10 Kasım 2009 Salı

İMAM İMPARATORLUĞU DOĞRU BİR TABİR Mİ?

Meseleye Şiilikte imam imparatorluğunun neden hiç sarsılmıyor sorusunun cevabı ile başlamak gerekirse,şii inancında toplanan verginin beşte birinin imamlara verilmesi hususu ile toplanan zekatın fakirlere doğrudan değilde imamlar vasıtasıyla verilmesi meselesi irdelendiğinde ortaya çıkacağı görülecektir.
Şia toplumlarında fikri ve sosyal gerilmelerin çok olduğu bunun sebebi de mezhep liderlerinin peşine düşüp hiç sorgulama yapmadan sosyal ve manevi hayatlarını düzenlemeyi onlara vermelerinden kaynaklanmaktadır. Tabi bunların içinde farklı olanlarıda söylemek gerek.
Ancak bu liderlerin çoğunluğu “Büyük Kayboluş” tarihinden günümüze kadar, Şiiler’in akıllarındaki fikri bidatı kontrollerinde tutmaktadırlar. Şurası hakikattir ki, bu liderlerin fikirlerinin sınırlı kapalı olması, Humus adı altında Şiilerin mallarından elde ettikleri mali imtiyazlar ve Şiileri kontrollerinde tutacak mutlak güce sahip olduklarını iddia etmeleri gözlerdeki perdenin kaldırılmasını ve Dünya malına tenezzül etmeden vazgeçmelerini engellemiştir. Tarihten günümüze kadar Şiilerin mezhep liderleri kendi cematlerinin uyanmasını engellemiş onlarla alay edercesine oynamışlardır.

Bu hususu daha önce Şii olan bir mazlumun Şiilikten neden kaçtığının ifadesi bizi aydınlatacaktır. Hikayeyi nakleden Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Süleyman Ateş
Alıntı aynen nakledilmiştir.
“Bağdad'da önce şii iken sünni olan bir gencin anlattıklarına ve benim de bizzat Bağdad ve Necef teki müşahedelerime göre şia arasında dini inanç ve tatbikat şöyledir:
1- Dua: Şiaya mensup her fert oturur, kalkar "Ya Ali" ve "Ya eba'l- Hasan al-avnu mink: Ey Hasan'ın babası, yardım sendendir", "Ya eba'li ğays ğisni Ye ya Ali edrikni: Ey yardımcı hana yardım et, ey Ali bana yetiş", "ya hadıra'ş-şeddih ya Eba'I-Hasan Ali: Ey dar zamanlarda yetişen, ey Hasan'ın babası Ali" gibi hitaplarla Hz. Ali'den istimdat ederler. Hz. Ali gibi öteki imamlardan da yardım isterler ve her birine ayrı özellikler verirler. Örneğin: Hz. Hasan'ı ziyaret etmenin vacib ve Beytullah'ı haccetmeğe bedel olduğunu söyler, onun adiyle yapılan duanın kabul edileceğine inanırlar. Ahbas ibn Ali (r.a.) nin delileri ve bunakları iyi ettiğine inanırlar, şifa bulmak için çeşitli yerlerden kabrini ziyarete gelirler', adaklar adarlar. Adağını yerine getirmeyenin başına bela geleceğine, fakir düşeceğine inanırlar. Ziyaret esnasında şöyle yalvarırlar: Ya Eba ra'sal-harr, ya Ebiı'l-Fadl al-Abbas, ya Kamera beni Haşim: Ey sıcak haşın babası, ey Fadl'ın babası Ahbas, ey Haşim oğullarının ayı". İki hasım, gerçeği ispat için Hz. Abbas'ın huzurunda yemin eder. Türbenin önüne oturur, Hak adına Ye onun adına and içerler. Huzurunda yalan yere yemin edenin deli ve bunaklık gibi bir kötülüğe yakalanacağına inanırlar.
İmam Musa Kazım'ı, "İhtiyaçların görüldüğü kapı" diye nitelerler. Onu ziyaret edenin dileği olur, derler. Türbesi, dileklerinin olması için her taraftan gelen ziyaretçilerle dolup taşar. Bu tür inançları orada bulunan görevliler de kuvvetlendirmeğe çalışırlar. Halkın dikkatini çekmek için türbelere özel sıfatlar verirler, onları ziyarete teşvik edici sözler söylerler. Tabii ne kadar ziyaretçi gelse hizmetlinin o kadar yararı vardır. Dileği yerine gelen kimse türbedara ya bir koç, ya da para verir. Adağını ona bırakır .. Orada bulunan hizmetliler, ziyaretçilerden bir şeyler koparabilmek için riyakar, yalaka bir yüzle ziyaretçilerin etrafında dört dönerler. Hatta bazen teberrük için ziyareti makbul olsun
diye ziyaretçiyi türbenin demir parmaklığına bağlarlar. Türbeleri ziyaret etmenin de kendine özgü adabı vardır: Ziyaretçi, de kapıdan eğilerek ve essela mü aleyke ya seyyidi ve ya mcvlaye ya hadıra'ş-şedaid ya Eha'I-IIasan Ali" diyerek girer. Kabre
yaran iç kapıya gelince kapıyı öper, eşiğin sol tarafına geçip eşiği öper, dua eder, dilek diler, kendisini Allah'a yaklaştırmasını, kıyamet gününde kendisine şefaatçi olmasını imamdan ister. Kabe etrafında döner gibi türbenin etrafında döner. Türbenin parmaklıklarına ellerini sürer, öper. Tiirhede namaz kılar. Fakat namazda kabri, arkasına veya yanına değil, önüne alarak kılar. İmamın kendisine imamlık yaptığına inanır. türbenin önünde namaz kılmak caiz değildir. Tabii namaz kılarken öteki ziyaretçiler önünden gelip geçerler. Bir sıkıntı zamanında Hz. Ali'den istimdat ederler. Hz. Ali, sıkıntı ve belaları açan, belaları savan, dar zamanlarda yetişendir. Hasta şifabulmak için, hamile kadın kolay doğrıırmak için Hz. Ali'den yardım ister.
2) Namaz: Şiaya göre secde yalnız temiz toprak üzerine yapılır . En temiz toprak, Kerbela toprağıdır. Onun için secde yerine kerbela çamurundan yapılmış, türbe dedikleri ufak bir şey koyar, onun üzerine secde ederler. Bu türbenin, Hz. Hüseyin 'in kanıyla sulanmış toprak olduğuna inanırlar. Bu aynı zamanda Ca'feriliğin bir sembolüdür. Bunu ceplerinde taşırlar. Şayet Iıu yoksa bir yaprak veya toprak üzerine secde ederler. Bu toprak onlarca mukaddestir, ayakla çiğnenmez. Hatta
bu toprağın hastalıklara şifa olduğuna, acıları dindirdiğine inanırlar. Cemaatle namaz kılarken akıl almaz bir bid'atleri daha vardır: Önde, imamın karşısında büluğa ermemiş hir çocuk oturur, "Allahü ekher" dcr, cemaat namaza başlar. Çocuk "Allahü ekber" der, cemaat rükü ve secdeyc gider. Cemaat, Lu çocuğun verdiği komutlarla namazı
kılar. Yalnız Necef'tc dikkat ettim, cemaat namaz kılarken bu çocuk elleriyle oynuyor, bir şeyler yapıyordu. Ayrıca yazın şiddetli sıcaklarda imamın önünde bir adam durur, yelpaze ile imamı serinletmeğe çalışır. İmamiyye ye göre de namaz beş vakitti •.. Fakat bazı hadislere dayanarak öğle ile ikindiyi; akşamla yatsıyı birlikte kılarlar. "Beş vakit kılmak eftaldir. Fakat iş güç sahiplerine kolaylık olsun diye beş namazı üç vakitte kılmayı tercih ediyoruz" diyorlar.
3) Zekat: Zekat nasıl toplatılır ve dağıtılır? Şiilere göre zekatı bizzat mal sahipleri fakirlere verilmesi caiz değildir. Mal sahibi, zekatını alimlerden birine verecek, o da bunu fakirlere dağıtacaktır. Çünkü alim, fakirleri daha iyi bilir. Irak, Kuveyt, İran, Pakistan, Arap Körfezi emirlikleri ve diğer İslam ülkelerindeki Şiilerden toplanan zekatlar, dağıtılmak üzere Necef'teki şii âlimlerine getirilir. Gelen zekat miktarı, adaletle dağıtılsa, bütün yoksulların önemli ihtiyaçlarını karşılayacak derecede çoktur. Acaba bu paralar fakirlere kayikiyle dağıtılır mı? Hayır. Biraz zekat alıp ihtiyaçlarını karşılamak için gelen fakirler, bu alimler tarafından asık suratla karşılanır ve eli boş döndürülür. Bu paraların çoğu, muhterem şeyhlerin kendi ailelerine ve yakınlarına sarf edilir. Bu alimlerden hangisi. nin evine gitseniz büyük konfor içinde yaşadıklarını görürsünüz. Her evin bir yüzme havuzu vardır. Yazın, kadın erkek, çoluk çocuk burada
yüzerle özel otomobili ,"ardır. Zira muhteremleri yaya camie gidemez, yaya yürümek,
hazretin şerefine yakışmaz. Peki bu köşkleri, arabaları, bu lüks hayatı nereden buldular? Kendi alın teriyle mi kazanıp satın aldılar bunları? Kendilerinin din ticaretinden başka bir sanatları var mı? Hayır. Onlar, gelen zekatleri bu lüks hayatı sürdürürken, zekatın asıl müstahikleri fakirlikten inlemektedirler. İmamlardan sonra Müslümanların halifesi olduklarını iddia eden bu adamlar, neden beytülmalin lambasını, kendi özel işlerinde yakmayan, Müslümanların bir iğnesi dahi kendi zimmetine geçmesin diye titreyen Hz. All gibi hareket etmezler? Zekatı zimmetine geçiren, nasıl imamın halifesi olduğunu iddia edebilir?
Not: Bu sözler, bizzat Bağdat'lı, önce Şii iken sonra sünnı olan gencin
sözleridir? Özetle tercüme edilmiştir.r. Yemeleri, içmeleri gayet lükstür. Her birinin en güzel markadan(Süleyman Ateş İmamiye şiasının tefsir anlayışı 171-

Sonuç olarak imamet mevzuunun Şiilikteki görüntüsü bu! Makul bir anlayışla konuyu masaya yatırırsak

Zaman zaman din çatışması haline bile dönüştüğü görülen bu konu tarihten günümüze sürdürelegelen Sünni şii itilafı, İslam dünyasının içinde bulunduğu şartlar bakımından da çok hayati bir sorunu teşkil etmektedir. Bunun sebeplerinden biri de tarihte olan bitenleri bugün de aynen devam ettirme çabasından kaynaklandığı görülüyor. Oysa tarihte olanlar tarihe maal oldu gitti. Ayrıca bu ayrışma yani mezhep olgusu sadece teolojik ya da kelamı bir olgu değil aynı zamanda siyasi boyutu olan da bir husustur. Meseleye bakarken bir bütün olarak ele alınması gerekir. Yoksa bu siyasi gelişmelerin tartışmaların içine kendimizi bırakırsak eski hastalıkları tekrar hortlatılmasından daha derinden ayrışmanın bölünmenin parçalanmanın etkisinden kurtulamayız.
Burada asıl olan mezhepleri din olarak görülmemesi. Kur’an ve sünnetin ışığında hareket edilmelidir. Tarih bilinmeli ancak referans alınmamalıdır. İslam Dünyası Tarihi meselelerle dini meseleleri ayırt etmek durumundadır. Ayrışmaya sebep olan ortada sadece birtakım rivayetler vardır. Bunların Peygamberimize aidiyeti kesinleşmedikçe bunların din olduğundan söz edemeyiz. Kaldı ki bazı şeylerin Peygamberimize aidiyeti bile yetmiyor, acaba Peygamberimiz bize bunu din olarak mı sundu yoksa o günün ihtiyaçlarına siyasi bir yaklaşım olarak mı sundu? Hangi amaçla sunulduğunun da bilinmesi lazımdır. Yani bizim Usul-i Fıkıh’ta Hz. Peygamber’in tasarruflarını, sözlerini vs. farklı kategorilerde değerlendirdiğimiz gibi bir imamet konusunu peygamber vazetti mi, peygamber genel geçer bir kaide gibi mi söyledi, söyledi mi söylemedi mi? şeklinde değerlendirmeliyiz. Burada ciddi bir metodoloji devreye giriyor. Mütevatir mi, ahad mı, ahad haber kesin bilgi mi ifade eder? Tarih boyunca Şii gelenekte de Sünnilikte de Mutezililerde de muazzam tartışmalar olmuştur. Bir rivayet sana göre sahih bana göre değil ise artık burada dinden söz edemeyiz. Burada yorumdan söz ederiz. Din konusunda zanni bilgi değil kesin bilgi gereklidir. Yakıni bilgi lazımdır; o da Kur’an’dır. Ve Peygamber’in, herkesin üzerinde ittifak ettiği hayatı vardır.
Bilginin doruğa ulaştığı şu günde en somut bir olayı bile, yüzlerce bilim adamları yazar çizerlerin farklı şekilde yansıttığı gözden kaçmamaktadır. Peki, bunların hangisine kimin yorumuna inanacaksın. Tarihteki olaylarda böyle. Kaldı ki o zamanın şartları bugüne göre son derece yetersiz doğru bilgiyi anlama ya da aktarma zorluğu bulunmaktaydı. Pekiyi o zaman bu işin neresinden başlamalı?
Bugün Şiiler çok haklı olarak şu soruyu sorabilirler mesela “Niçin Ehl-i Sünnet uleması Ehl-i Beyt ulemasından hadis almamıştır?”. Bu çok makul ve mantıklı bir soru bu mevzuu hadis bölümünde ele alınmıştı. Bunun yanında Şiilerin hadis külliyatına baktığınızda Sahabeden de yani ehlisünnet den de hadis almadığını görürsünüz. Yani bu tek taraflı bir şey değil. Hatta Şiilerin kullandığı birçok hadisi ve kuran-i yorumu ehlisünnet kaynaklarında bulmak mümkündür. Ama tersini bulmak mümkün değil. Sünni kaynakların Şiilerde tercümesi bile yapılmamaktadır. Yani bura da sen ben olmamalıdır. Birde Şiiler; Sünni olan herkesi Beni Ümeyye, veya Yezid savunuculuğu yapmak durumundaymış gibi bunlarla özdeşleştirerek Yezidi, yanlısı olarak lanse ediyorlar. Bu ön yargıdan çıkmalılar. Bunun asla böyle olmadığını bilmelidirler.
Bu çerçevede şunu söylemek lazımdır ki ister Şia hadis kaynaklarında isterse Sünni hadis kaynaklarında yer alsın bütün rivayetler Kuran ve Hz Peygamberin hayatı çerçevesinde incelenip karar verilmesi gerekir. Tabii bunun sonuca da iki kere iki dört eder neticesinin çıkmayacağı bilinmelidir. Bu bir süreçtir bugünden yarına orta yolu bulmak mümkün değil. Ancak düşmanlığı körükleyecek olan Sünnileri Şiileştirme Şiileri Sünnileştirme çabası içine girmeden kelamı anlayışı mantığı ile tekfir etmeden,objektif aydın ilim adamlarının caba ve samimi gayretleriyle bir yol alınmalıdır.

peygamber ve devlet başkanı olmasına rağmen sürekli istişareyle götürmüştür işleri. Hatta çok haklı olduğundan emin olduğu durumlarda bile, Uhud Savaşı’nda olduğu gibi, alınan kararın yanlışlığından emin olduğu halde sırf istişare sonucuna boyun eğmiş olmak için ‘tamam dışarıda savaşalım’ dedi gençlere. Hz. Peygamber 17–18 konuda istişare yapmıştır. Tamamında istişare sonucuna uygun hareket etmiştir. ‘Hayır, benim dediğim olacak’ diye dayatmamıştır. istişare yapılır ama imam bildiğini okur davranışından uzak Hâlbuki Kur’an’daki böyle değildir. İstişare sonucu bağlayıcıdır; Peygamberimiz bile boyun eğiyor.
Tamam, peygamber soyundan biri gelsin diyelim. Ama kendileri de bunun mantıksızlığını biliyor ki, mesela Ahmet el-Kâtip kitabında şunları anlatıyor: Şia’da 12. imam gelmeden devlet kuramıyorsun. Yasak. Zekât toplayamıyor, cihad yapamıyorsun. Humeyni “12. imam gelmedi diye İslam’ın bu kadar emirleri muallâkta, boşta mı kalacak?” diyor. Onun üzerine Humeyni Irak sürgünü esnasında ve velayet-i fakih nazariyesini geliştiriyor, yani biz 12. imama vekâleten devleti kuralım diyor. Ahmed el-Kâtip bunu daha ileri noktalara götürüyor. Humeyni bile buradaki tersliği görüyor. Yani 10 asır geçmiş hala 12. imam gelecek; gelmeden devlet kuramıyoruz, hâlbuki dunyada zulüm zulüm üstüne… Yani 12. imam gelene kadar Müslümanlık yaşanmayacak. Humeyni’nin zekâsı bu. Ahmed el Kâtip Humeyni çizgisini daha da ileri götürüyor : “Aslında Humeyni’nin teşebbüsüne de gerek yok çünkü 12. imam diye biri yaşamamıştır. Böyle biri tarihte hiçbir zaman olmamıştır. Tam aksine 1–2–3–4. yy.larda Ehl-i Beyt çevrelerinde şura prensibi egemendir. Dolayısıyla biz ona dönelim. Yani mesele şudur: Müslümanlar kendilerini kim yönetecekse kendileri karar versinler. Şura ile ilgili ayetlerin anlamı ‘hepimizi ilgilendiren bir işte kararı da hepimiz ortak alacağız’ demektir diyor Fazlurrahman. Yani bir kişi bildiğini okumayacak. O zaman Şii-Sünni oturup tartışmalıdır.
Onikinci imam mevzunun şiilerin iddia ettiği net bir husus olmadığını bu tarihi sürecin tezatlarla dolu olduğunu gözden kacırmak mümkün değil. Şöyle ki;
Şiacılar Rasulullah'ın vefatından bu yana gelip geçen bütün devlet baskanları, imamlar İdareciler ve Halifeler'in zorba, zâlim ve gayr-i mesru idareci oldukların inanırlar ve on ikinci imamlarının bir müddet sonra geleceğini, Allah da ona, Ebu Bekir, Ömer ve bütün Müslüman halifelerini dirilteceğini, o da onları sorguya çekeceğini, (hasa!) zulmettikleri, gasbettikleri, zorba davrandıkları ve haksızlık ettikleri için onlara kesin cezalar uygulayacağını iddia etmektedirler.
Oysa Şiilerin on ikinci gayb olan imamın dünyaya gelip gelmediği de o kadar kesin değil. Bir rivayete göre yani o zamanın Alevilerinin tuttukları nüfus kütüğüne göre; şianın imameye kolunun ma'sum (!) olan on birinci imamları çocuksuz olarak ölmüştür. Kardeşi Ca'fer, abisinin çocuğu olmadığı için malına ve addet müddeti içerisinde de hanımlarına ve cariyelerine sahip çıkmıştır. Hatta kardesi Ca'fer ile beraber o zamanın ileri gelenleri nezdinde on birinci imam olan Hasan el-Askerinin çocuğu olmadığı sabit olmuştur. İddia ettikleri on ikinci imamları ise tamamen hayali bir şahıstır. Çocuk bırakmadan vefat eden Hasan el-Askeri'ye nispet ettikleri bir yalandır. O zaman Alevileri çocuk doğdukça kaydeden siciller vardı. Hasan el Askeri'ye böyle bir çocuk kaydedilmemiştir. O çağda yasayan Aleviler de Hasan el-Askeri'nin vefat ettiğinde erkek çocuk bıraktığını bilmiyorlar. Hasan el-Askeri çocuksuz olarak vefat edince Imamiyye'nin imamet silsilesi durmuş oldu. Mezheplerinin onun ölümüyle öldüğünü, imamları olmadığı için imamsız kaldıklarını gördüler ve durumu kurtarmak için, tarihin inadına giderek, Hasan el-Askerî'nin bir çocuğu olduğunu, bunun da on küsur asırdan beri bir sirdapta (mağara) saklandığını, halen de hayatta olduğunu, İslâm’daki sârî' halifenin bu çocuk olup, o günden bu güne kadar gelip geçen bütün idarecilerin zül men idareci olduklarını, velayetlerine hakları olmadığı halde Müslümanlardan zorla velayet istediklerini iddia ediyorlar.

Yine yalancılardan olduğu bilinen Beni Nümeyre kölelerinden Muhammed b. Nusayr ortaya Hasan el-Askeri'nin sirdapta (babasının evinde) gizli bir oğlu bulunduğu fikrini ortaya attı ki kendisi ve arkadaşları Şiiler'in halk tabakasından ve zenginlerinden imam adına zekât toplayabilsinler ve böylece de kendilerinin imamiye olduğu iddiasını devam ettirsinler. Bu Muhammed b. Nusayr hayali sirdabın kapısı olmayı hayali imam ile Şiiler arasında zekât toplamak görevini kendisi üstlenmek istedi. Arkadaşları ona muhalefet ettiler ve bab (kapının) Hasan el-Askeri'nin evi yakınında bulunan Hasan Askeri'nin alış veriş yaptığı bir yağcı olmasında ısrar ettiler.

Bu anlaşmazlık baş gösterince Muhammed b. Nusayr onlardan ayrılarak kendisine nispet edilen Nusayriyye mezhebini tesis etti. Arkadaşları ise hayali onikinci imamın evlenmesini ondan çocuklar ve torunlar olması hilesini düşünerek imamlığın devam etmesi ve böylece de İmamiye mezhebinin devamı hilesini düşünüyorlardı. Fakat bunun Alevileri kaydeden görevliler tarafından yalanlanacağı, yalan olduğu ortaya çıkacağı anlaşılınca, bunun Abbasiler ve emirleri tarafından anlaşılacağına kanaat getirince on ikinci imamın sirdapda kaldığını onun "Gaybubeti Suğra" (Küçük kayboluş) ve "Gaybubeti Kübra" (Büyük kayboluş) olmak üzere sirdabda kaldığını iddia ettiler.

Bir başka rivayetde;
Muhammed b. Cerir et-Taberî , Abdulbaki b. Kani ve diğer neseb âlimlerinin ifadelerine göre Hasan b. Ali el-Askeri'nin çocuğu da yoktu.
(İbn-i Cerir et-Taberi H. 302 yılında meydana gelen bir hadiseyi naklederek şöyle diyor: Adamın biri çeşitli hilelerle halife Muktedirin yanına çıkarak kendisinin Muhammed b. Hasan b. Ali b. Musa b. Ca'fer olduğunu iddia ettikten sonra, Ebu Talip oğullarının huzuruna çağrılması için halifeye emrediyor. Bunun üzerine Ebu Talib oğulları başlarında başkanları Ahmed b. Abdissamed-ki İbn-i Tomar diye tanınıyor olmak üzere hazır oluyorlar. Ancak İbni Tomar, Hasan b. Ali el-Askerinin çocuk bırakmadığını söylemesi üzerine Haşini oğulları bağırarak bu adamın halka teşhir edilerek en ağır cezaya çarptırılmasını istediler. Onu bir deveye bindirip tevriye ve arife gününde halka teşhir ettikten sonra hapsettiler. Taberi bu hadiseyi Hasan el-Askerî'nin çocuk bırakmadığına delil olarak zikretmektedir.)
Şiiler hayali on ikinci imamın sîrdab'a (mağara) girdiğinde yaşının iki, üç veya beş olduğuna inanırlar. Oysa bu yaşta bir çocuğun Kur’ân ilmini bütünüyle kavraması, dinde müçtehit olması, islamdan bihaber bir çocuğun imam kabul edilmesi tabiî ki düşünülemez. Sonuç olarak düşünülmese de hikmetin arkasına saklanılarak batılın hak olarak düşünülmesine çıkar bir yol bulunuyor. Çünkü bunun adı inançtır. İnancın desteğine hikmet konunca bütün sular durulurr. Doğruya da yanlışa da hikmet!. Tabi akıl kullanılmaz beyinler birilerine kiraya verilirse, birileri kendi çıkarı uğruna bir şeyleri düşünür bir takım inanç sistemleri oluşturur, ballı bir hikmet lokmasıyla cehalete yutturursa sonuç bundan farklı olmaz. Atalar böyle inanacaksın demişler yoruma ve sorgulamaya ihtiyaç duyulmadan bir sürü uydurma tevillerin desteği ile hurafeler din olarak algılanması sağlanmıştır.
Çünkü bu olgunun altında bir takım çıkar çevreleri ve varlığı buna bağlı olan insanlar var. O yüzden bunlar bu yapının bozulmasını istemez. Eleştirel bir İslami yaklaşımın yeşermesini sürekli gelenekçi kesimler engeller bu her yerde aynıdır. Niçin? Denilirse, Çünkü böyle bir yaklaşım yaygınlaştığı takdirde bu eleştiri alışkanlığını bizatihi imamet geleneğine yöneldiği zaman bu işin başında olanların hayatta kalmaları zorlaşacak. Çünkü eleştirilere, yanlış uygulamalara cevap vermeleri gerekecek… mevcut durum bir anlamda kölelik sistemidir. Çünkü insanları sürü gibi güdülüyor. Bunun bozulması kimin işine gelir? Oysa, insanlar sürecin içinde olsa alınan kararlar istişareyle müştereken, alınsa tabi ki işler değişecek. O zaman saltanat olmayacak.
mezhep olgusu sadece teolojik, kelami bir olgu değil aynı zamanda siyasi boyutu olan bir olgu.