27 Kasım 2018 Salı

BİZ BÖYLE Mİ İDİK!!? BİZE NE OLDU!!? İŞTE BİZİM HİKAYEMİZ..!



BİZ BÖYLEMİ İDİK!!!?
Blokta yer alan konu başlıkları arşiv adı altında görünmektedir. Bloğun içeriğinde İslam’ın başlangıcından bugüne geçirdiği evreler, farklı başlıklar altında incelenmiştir. Blokta ana başlık olarak Kuran a yönelme ve anlama çalışmaları, Tevhitte birleşmenin adresini bulma cabaları yer almakla birlikte mezhepçilik ve bölücülüğü telin vardır. İslam'daki büyük kopuşun nedenleri incelenmiş, şii, şia ve şiacılarla ilgili araştırmalara yer verilmiştir. Allah resulüne yönelik sapkın anlayışlar ile Kuran'da gecen resul açıklanmaya çalışılmıştır. Toplumlardaki sünnet algısı ile Kuran da geçen arasındaki çelişkilerden söz edilmiştir. Kavga değil, tekfir değil, iftira ve karalama değil birleşmeye atıf vardır. Müminlerin bir birini sevmeleri ve tahammül etmeleri elden geldiğinde işlenmeye çalışılmıştır. Tevhitte birleşmek üzere ALLAHA EMANET OLASINIZ.



  BİZE NE OLDU!!?
İŞTE BİZİM HİKAYEMİZ..!
Allah'ın insanlığa gönderdiği dinler, tarih boyunca inananlar tarafından bozula gelmiştir! Buna karşın yüce yaradan, şirkten uzak kalmaları için, kavimlere sürekli peygamberler göndererek tevhitteki yozlaşmanın önüne geçmeyi amaçlamıştır. Ne yazık ki, insanoğlu her dönemde haddini aşmıştır. Kimileri dini yetersiz bulup artırımlar yaparak, kimileri azaltarak! Kimisi geçmiş kültürlerini, asabiyet ve kavmiyetçiliğini, aile kavgalarının sebep ve sonuçlarını   zamanla dinselleştirmiştir!  kimileri de dinden çıkar sağlamayarak sürece bir şekilde zarar vermişlerdir!...En basit bir örnek verecek olursak; Hz Musa, kavmini kızıl denizden geçirdikten sonra kırk günlüğüne ayrılır. Döndüğünde kavminin altından yapılmış böğüren bir ineğe taptığını, öncülerinin de  “Musa da böyle istiyordu” dediğini, Kurandan okuyoruz. İnsan tabiatı böyle bir şey. Henüz 40 gün içinde tüm gerçeği bilip görmesine rağmen bu  sapma neyin göstergesidir!..? Kabe deki lat ve Uzza kimleri temsil ediyordu? Hiç düşündük mü birisi lut a.s. Diğeri Üzeyir a.s. Müşriklerin  kutsadıkları kişilerdi. Bunlar bir masal değil,  aşırı yükselttikleri insanı tapma noktasına getirmesi insanoğlunun her an sapmaya meyilli olduğunun bir göstergesi!!! İlgili ayetlerde ne olduğumuzu  bize hatırlatan mesajlardır!

  Hz. Muhammed sonrası da,  söz konusu olumsuz etkenlerin kendini göstermesiyle İslam içindeki yozlaşma  diğer dinlerin kaderine mahkum olmuştur!. Başlangıç olarak zorba ve adaletsiz yönetimler, muhaliflerini sindirmek ve gözden düşürmek, hükümranlıklarını sürdürmek adına toplumdaki huzuru adaleti, sosyal ilişkileri alt üst etmişlerdir! Allah’ın kitabının toplum tarafından yeterince anlaşılması için caba göstermek şöyle dursun,  geriye dönük bir takım rivayetler uydurarak haklılıklarını topluma kabul ettirme yöntemini kullanmışlardır. İç ve dış çatışmalar neticesi Kuran’ı anlayan insanların bir bir ölmesi, yaşayanların da yönetimden uzak durması,  bu zihniyetin ekmeğine yağ sürmüştür! İslamı yeni kabul etmiş  geniş halk kitlelerin, dinini Kuran’dan öğrenme imkanı nerdeyse kalmamış olduğu bir ortam! İnsanların dini anlama ve yaşama konusundaki beklentisine cevap verecek yeterli  altyapı da yok!! Karmaşa döneminde ise, Müslüman toplumun din adına bildikleri Allah resulünden beri nesiller arası yaşanarak gelen ibadetlerden anladıkları kadardır! Mana ve maksadını yeterince anlamadan yapılan ibadetler ise zamanla ritüele dönüşmüş, https://hakikatlar.blogspot.com/2018/12/ici-bosaltilan-ibadet.html

 Sahabe dönemindeki derinlik maalesef kalmamıştır! Bu karmaşa içinde  din adına yaşananlar!!!

Yönetimin hile, haksızlık ve zulümle  gasp edilerek, halifeliğin saltanata dönüştürülmesi neticesinde iktidar  ve muhalefetin düşmanlıklarının hat safhaya ulaştığı muhalefetin yok edilmesi için bütün imkanların seferber edildiği bir ortam!!! Bu gurupların arkalarına yandaş bulmak adına,  Kuran’ı ve Allah resulünü kendi lehlerine konuşturmaları neticesindeki uydurmaların daha sonraki nesillere din olarak yansıdığı bir zaman dilimi !!  Bunlar nasıl olmuş, tevhit inancı nasıl bozulmuş  bir bakalım!

Kuran anlaşılmaz ilan edilmiş, yetersiz görülen dinin içi gelenek, kültür ve siyasi kavgaların argümanları  ile doldurulmuş bölük pörçük olmuş islam toplumları!!! http://kurannediyorbizneanlyoruz.blogspot.com/2018/10/blog-post_75.html

 Muhalif  durumda olup kendilerini şia olarak tanıtan gruplara göre; Kuran’ı ancak temiz olanlar anlar ve açıklarlar! Onlar kim? Ehlibeyt!. Onlar da resuller gibi masumdurlar! Vasıtasız vahiy alırlar! Ölecekleri vakti  kendileri tayin ederler!  İmamete inanmak imanın bir esasıdır! Dolayısı ile ehli beytin her söylediği söz, peygamber sözü gibidir!  Kuran’ın anlamıdır!. Takiye dinin bir esasıdır! Müslüman olmak ve kalabilmek için bu esasların kabulü şarttır!!! Zeydiler hariç, Şiilerin inanç temelleri belirli bir süreçte bu esasa dayandırılmış, zaman geçtikçe  Sünnilerle farklılaşma yönünde içi doldurulmaya devam edilmiştir! (http://ehlibeytinsahabeyebakisi.blogspot.com/2011/10/sahabe-kimlere-denir.html) http://ehlibeytinsahabeyebakisi.blogspot.com/2011/12/i_3986.html

İktidarın zaten din diye bir derdi yoktur!. Bütün derdi saltanatını devam ettirmek, ganimetini artırmak, taraftarların çoğaltmaktır! Bunun içinde dinin onların lehine konuşturulması yeterli. Bunun içinde ne gerekse yapılmakta!

İktidar ile muhalefet arasında kalan geniş halk kitleleri, muhaliflerin dinde olmayan bir takım şeyleri itikat konusu yapmasına  karşı  mesafeli durarak, her ne kadar iktidarın zulmünü desteklemiyorsa da, karşı bir mücadele içinde de olmamış,  tabiri caiz ise kabuklarına  çekilmişlerdir!. Bir kısmı da daha iyi Müslüman olmak adına,  toplum içine yayılmaya başlayan züht hayatına yönlenerek her şeyden elini ayağını çekmişlerdir!

İktidar ve muhalefet kendi iddialarının altını doldurmak adına Allah resulü adın söz uydurma yarışına girdiklerini  Emevi döneminde başlayan bu faaliyetin Abbasî döneminde zirveye ulaştığını  görüyoruz!

Büyük kopuşun alt yapısını oluşturan bu iddiaların altının  doldurulması için iki tarafta da  hadis borsası oluştu!.  Bu oluşumların bir tarafında  ehlibeyt,  diğer tarafta da  peygamber adına hadis uydurma faaliyetleri  başlar! Bu o kadar meşrulaşır ve önemsenir ki, hadis uyduranlar bununla cennete bile gideceğine inanmaya başlarlar!.  Her iki tarafta da dinde olmayan bir sürü hurafe ve yalanları hem peygambere hem de ehlibeyte söyletmişlerdir. Bunlarla kalsalar ya! Bu yalanları kullanabilecekleri ayetlerin altına koyarak Kuran’ı da bu sürece  ortak etmişlerdir! Bugün ayet anlamlarına bakıyorsunuz, aynı ayet şiilere farklı Sünnilere farklı bir şey söylüyor!!. Allah'ta tezat olur mu!!? Haşa!!! Hadis uydurmalarını nerden anlıyoruz denirse; Hz. Ebu Bekir sahabenin yaşadığı dönemde bütün valilere genelge göndererek hadisleri toplatır. Toplam 500 hadis çıkar. Bu kadarın içinde bile çelişkiler görünce Allah resulü bize Kuran’dan başka emanet bırakmadı diyerek onları yok ettiriyor. Bütün sahabenin hayatta olduğu bir dönemde beş yüz  olan hadis sayısının milyonlara ulaştığını görerek anlıyoruz. (https://butunyonleriylehadis.blogspot.com/

Sürecin devamında, insani yorumlar, iyi niyetle, belirli zamanların sorunu çözme konusundaki fıkıh hükümleri, içtihatlar, farklı kavimlerden gelen kültürler, dinde olmayan binlerce şey dinden sayılırken,  Kuran’ın  hüküm  belirlemede adı olsa da,   etkisiz yetkisiz  sevgi ve saygı boyutunda duvarlara asılı bırakılmıştır!  Kitabı anlamayı değil de okumayı amel edinenler, ne hikmetse Allah resulünden yaklaşık iki yüz elli üç yüz yıl sonra metin tenkidi yapılmadan toplanarak  Kuran’a, ahlaka, akla  ve kendi kendisi  ile çelişen doğru ve yanlışın iç içe geçtiği  rivayetler  yığınını  anlaşılır ilan ederek, Kitabın yerine oturtmuşlardır!. Tabiri caiz ise  tevhit ameliyat edilerek reforma tabii tutulmuştur. İslam kılıfı ile İslami ritüellerinde içinde olduğu nerdeyse yeni bir din ortaya konmuştur! Daha sonraki nesiller bu tezgahı fark etmeden  söz konusu rivayetlerin bir çoğunu ne yazık ki, Kuran'ın anlamı zannı ile din haline getirmişlerdir. Çelişkili rivayetler; günümüzde bir kısım Müslümanların tüm hadisleri reddetmesine, bir kısmının dinden uzaklaşmasına bir kısmının  ateist ve deist olmasına neden  olurken, diğerlerini de geçmişte  gruplara mezheplere, meşreplere, daha sonrada tarikatlara bölünerek parça parça olmasına neden olmuştur!. Farklı rivayetleri benimseyen her bir grup, kendilerini hak diğerlerini batıl görmesi yüzünden, kardeş olmaları gereken müminler bir birini kafir ilan etmeye başlamışlardır. Bugün her bir grup kendilerinin hak olduğunu ayetlere ve hadislere dayandırabilmekte, Kuran ve hadis herkese farklı şeyler söyleyebilmektedir! Bu ihaneti zamanında görüp, Müslümanları Kuran'a ve nebevi sünnete çağıran Hasan Basri, İmamı Azam, İmamı Zeyd, Akif, Ali Şeriatı, Ahmet El Katip  ve sonraki alimlerimiz ya cezalandırılmış yada itibarları yerle bir edilmiştir. Süniiler şia olmakla, şii olanda Sünnici olmakla suçlanmıştır! Rahatlarını bozmak istemeyenler, gelebilecek tepkileri göze alamayan korkaklar, hakikati gördüğünde kafalarındaki dinin bozulacağı endişesi içinde olanlar, ya susmaktalar! Yada çıkarlarına dokunduğu için bu gerçeği söyleyen herkese bütün çirkinliği ile saldırabilmekte!...

İslam toplumunun bir dört yüz küsur yıl dan beri içinde bulunduğu bu ortam  bir senaryo değildir. Bu kadar bölünmenin, çirkinleşmenin, ahlaksızlaşmanın kaynağı nedir! Kuranı ve nebevi sünneti anlamaması, anlayamaması!! https://sunnetnedirnedegildir.blogspot.com/
Mekruh saydığı bir eylemden kaçmak için onlarca haramın işlendiği, kendine göre sünnet, mubah, müsteap saydığı bir eylemi yapmak için yüzlerce farzın yok edildiği dindar toplum!!!

Gelinen nokta!...

İslam toplumları aklını kullanmayıp hurafe bataklığına saplanması yüzünden, bilimsel,  teknolojik, sosyal ve ekonomik gelişmelere ayak uyduramamış, topraklarını kaybetmiş birçoğu batılıların sömürgesi olmaya mahkum olmuşlardır!  Kaynaklarını akıllıca kullanmamış emperyalist ülkelere peşkeş çekmişlerdir.!   Bu  kadar aymazlığı, gerilemeyi kimileri batılıların oyununa, kimileri Müslümanların tembelliğine, kimileri de Kuran’ dışı uydurulmuş dinin insanlardaki düşünme akıl etme yetisinin yok edilmesine bağlamıştır.!

Neticede, günümüz Müslümanları tarihte hiç olmadığı kadar fakir, ezilmiş, aşağılanmış, zelil ve tefrikalara bölünmüş haldedir.  Karnı toklar acın haline ortak olmamakla birlikte, aşağılık bir hayat sürmektedirler. Açlık ve yokluk içinde olanlar eğitimden yoksun kaldıklarından kötülük üretenlerin etkisinde her yeni gün farklı amaçlara yönelik kullanılmaktadırlar! Kısaca Müslümanlar bir birine düşürülmüş,  bir birini öldürmeyi dinin bir emri hatta cihat sayma hadsizliğine düşmüş yada düşürülmüş durumdadır!  Bütün bunlar yetmiyormuş gibi kendilerine yeni tartışma, kavga ortamı oluşturmada son derece maharetli olduklarını da göstermişlerdir! Daha önce mezhepler ve tarikatlar  üzerinde yürüyen tartışma, bu seferde dinin kaynağı “Kuran mı, hadis mi”.?...Alanına kaydırılmıştır!!!!.

Bir sorun varsa ki, var! Asırlardır  saklanmaya çalışılıp bir türlü üstü kapatılamayan bir tür tevhit ve şirk' in mücadelesi artık ap açık ortaya çıkmıştır!  Mesele din üzerinde oynanan oyunların bozulup hakikate ulaşılması ise,  Maksat rızai ilahi kazanmaksa, önümüzde örneğimiz var. Bu dini güzel bir şekilde yaşandığı bir zaman dilimi var. Allah'ın resulünün övülen örnekliği ve bunların neler olduğu açıkça kitapta belirtilmiştir.

   Allah’ın dininin aslına dönme konusunda atılacak her adımda,  kavga etmeden, bağırıp çağırmadan, tartışmaların ön yargısız bir şekilde sürdürülmesi, tevhidin, adaletin, aklın, şefkatin, özgürlüğün, mübaşire nin öncülüğünde Müslümanların fabrika ayarlarına dönmesi yönünde bir cabaya güzel bir katkı sağlamak varken...!

Kendimiz gibi düşünmeyenlere karşı bu çirkinlik, ötekileştirme,  iftira, şahsiyetlerini yok etmek...!  Bütün bunları kimin için, kim adına, neden yaparız? Hem de din Allah'ın, kavga niye bizim! Üstelik O böyle bir kavga istemezken! Bu çirkinlikten bir Allah rızası çıkar mı!..? Çıkmayacaksa insan kaybedeceği şeyin kavgasını yapar mı?

 






ŞİAİ SİYASİYE ‘NİN DİNSELLEŞTİRİLMESİ VE KÖKENLERİ

ŞİAİ SİYASİYE ‘NİN DİNSELLEŞTİRİLMESİ VE KÖKENLERİ
Şiilik; en geniş ve kapsamlı anlamıyla, hilafet'in Hz. Muhammed (s.a.)'Den sonra ehli beyt ve/veya Hz. Ali'nin soyu kanalıyla yü­rümesi gerektiğine inanan ve itikadı ve fıkhı yaklaşımları bu temele dayandıran bir inanıştır. Bu felsefeye inanan insanlara şia (taraftar) denir.
Bu siyasi gelişimin yani bu teorinin o dönemde dini boyutları hiç yoktu bunlar tamamen sonradan oluşturulmuştur. Önceleri sadece seven ve taraf olan sahabeler vardı. Bu anlamda ilk taraftarı olan sahabe Hz Osman dır. Yani Osman Şiası İslam coğrafyasında görülen ilk şiadır. Ardından Hz Ali yi sevenlere Ali şia sı deniyordu. "Hz. Osman'm şehit edilmesinden sonra Müslümanlar ikiye ayrılmış, biri Hz. Osman'a, diğeri Hz. Ali'ye meylettiklerinden aralarında mücadele ve savaşlar olmuş, Hz. Osman'a,  daha sonraları da onun mensup olduğu Emeviyye sülalesine taraftar olanlara 'Şia-ı Osman, Ali'ye taraftar olanlara da 'Şia-ı Ali'dendi. Daha sonraları ise Şia adı Hz. Ali taraftarlarına verildi".[1]
Rasulüllah'ın zamanında Hz. Ali'yi seven ve meşhur sakîfe hadisesinde onun yanında yer alan huzeyfe b. El-yemân, huzeyme b. Sabit, ebu eyyub el-ensarî, sehl b. Huneyf, osman b. Huneyf, bera b. Azib, übeyy b. Kal), ebu zerr, ammar b. Yasir, mikdad b. Amr, selman-ı farisî gibi önemli sahabele­r bulunmaktaydı. Bu sahabeler Hz Ali’yi Allah için, yiğitliğinden Hz peygamberimizin ona olan sevgisinden, ilminden şahsiyetinden, fakihliğinden dolayı sevmekteydiler. Bu sahabelerden bir kısmı diğer halifeler döneminde devlet yönetiminde valilik görevleri yapmışlar ancak siyasi gelişmelerde Hz Ali nin yanında yer almışlardır. Bu birliktelik,  diğerlerine düşmanlığı beraberinde getirmemiştir asla. Hz Ali’nin vefatından sonra yaşayanlar ise; bir kenara çekilip ilim ve takva ehli olmaya devam edip hizmetlerini sürdürmüşler, bir kısmı da islamın yayılmasında yönetimin yanında yer almış savaşlara katılmışlardır. ( Hz. Eyüp el Ensari gibi).
Organize olmayan bu birlikteliğin içeriğinde herhangi bir dini anlayış söz konusu değilken, kerbela olayı sonra şia lık farklı bir cehreye bürünmeye başlamıştır. Konuyla ilgili  Ruhi Fığlalı,
"Tarihi olaylar göstermektedir ki" İnanç anlamında Şiilik, en erken Hz. Hüseyin'in Kerbelada hunharca şehit edilişinden sonra, siyasi bir temayül olarak kamuoyu oluşturma açısından müsait bir zemine kavuşmaya başlamıştır; çünkü Hz. Hüseyin'in şehit edildiği 61/680 yıllarına gelene kadar, İslam dünyasında yaşayan Müslümanlar, Haricilerin dışında ne Sünni ne de Şii idiler; onlar sadece Müslüman’dılar. İhtilaf, söz konusu şahısların hangisinin daha haklı olduğu meselesi etrafında cereyan ediyordu. En önemlisi, Şiilikten söz edebilmek için zaruri kavramlar olan nass, vasiyet[2] ve imamet fikirleri henüz ortaya çıkışılmamış ve hatta bu fikirler, Hz. Hüseyin'in şahadetinden çok sonraları bile, belli bir zümrede henüz ıstılahı anlamı içinde doğmamıştır"[3]
Kurumsal olmayan yani mezhepleşmeyen şia, bu süreçten sonra uydurulup üretilmeye başlanmış,  uzun bir zaman içinde oluşumu sağlanmıştır.  Ancak şia  aydınları bu konuları inceleme ve irdeleme konusunu gelenekçi yapının tepkisinden çekinerek hiç ele alamadıklarından,  yeni nesiller bu konuları nass hükmünde kabul etmeyi sürdürmüşlerdir.
Ali Şeriati'nin Safevi Şiası kitabı ile Şianın bugünkü anlayışını safevi ırkçılığı üzerine oturtulduğu şekliyle  eleştirerek bu geleneği yıkan kişilerden birisi olmuştur. Yine şia alimlerinden Ali Abdurrazık imamet meselesini dinin dışında seküler bir şey  olarak tanımlamıştır.
Bundan başra   Şia inançlarının usul ve esaslarının Hz Peygamber devrinde belirlendiğine, Şii İsna Aşeriyye  mezhebinin tek hak mezhep olduğunu ve gerçek İslam’ı temsil ettiğine inanan 1979 İran devriminden önceki yıllarda Kerbela’da  Seyyid Muhammed Hasan eş-Şirâzî’nin izinden giden Sünni bir komşusuna “neden Ehli Beyt  mezhebine girmemekte  ısrar ediyorlar!” diye öfkelenen  Ahmet El-Katip, 1979’da İran devrimi olduktan sonra İran’a inen ilk uçağın içerisinde yer almış radikal bir şiidir.  Bu bağlamda  “Hüseyin: Adalet ve Özgürlük mücadelesi”[4]  T el-Huseyn, Kifahun fî Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye , Tecrubetân fi’l-Mukaveme , el-İmam es-Sadık, Muallimu’l-İnsan, Irâk el-Ğad, Irak İslam Devrimi Tecrübesi gibi bir çok eser kaleme almıştır.
İran’da bir yasa ile ilgili tartışma sonucunda Humeyni nin  velayeti fakih sistemiyle[5]  ilgili  yaptığı  açıklamasından sonra  bu konuları derinlemesine inceleme ihtiyacı duymuştur.  Humeyni’nin “velayeti fakih” teorisinden başlayarak  Şianın hafızasını oluşturan  bin küsur yıllık  İmamet ve yönetim teorisinin hemen hemen hepsini   inceledikten sonra
Şia’nın bu konulardaki düşüncelerinin takiyye,  beklenen mehdi ve velayeti fakih teorilerine dayandığı kanaatine ulaştı. Velayeti fakih teorisinin yaklaşık iki yüz yıllık bir zaman dilimi içerisinde oluştuğunu ve ilk kez Safeviler döneminde Ali Abdulâlî el-Kürkî (vf.940/1533) tarafından uygulamaya koyulduğunu, bundan önceki dönemlerde ise Şii dünyada genel olarak “takiyye” ve “kayıp imamı bekleme” teorilerinin yaygın olduğunu fark etti ve her iki teori arasında (beklenen imam ve velayeti fakih) büyük çelişkiler olduğunu gördü.[6] Çünkü küçük gaybet denen ve yaklaşık yetmiş sene süren dönemde Şiiler velayeti fakih yönetimi kurmamışlardı ve bu velayeti fakih sistemini klasik Şii âlimlerinden hiçbirisi dillendirmiyordu.  “beklenen mehdi”, “on iki imam” vb. gibi inançların asılsız olduğu kanaatine ulaştığını ilan etmeden önce Düşüncelerini kime açtıysa bu konulara fazla dalmaması gerektiği söylüyorlardı. Ancak o  bu gerçeğin bilinmesinin birileri tarafından haykırılması gerektiğine de inanmıştı. Düşüncelerinde ısrar ettiği takdirde  Şiacılar (Şiilikten cıklar sağlayan şia din baronları) tarafından“dinden dönmüş”, “kafir”, “mürted” şeklinde damgalanmakla tehdit edilmesine rağmen yine de bildiğinden vazgeçmedi. Ulaştığı gerçekleri “Şia Siyasal Düşüncesinin Gelişimi” adlı kitabıyla  yayınladı.  Ona saldıranlara,  saldırma gerekçelerini ispatlamasını söyledi ancak
El katibi nin  elde ettiği sonuçlara  cevap niteliğinde herhangi bir ilmi çalışma ortaya konulmadı.
O güne kadar inandığı On iki imam inancı üzerine yaptığı onca çalışma yazdığı kitaplara rağmen El katibi “on ikinci imam” ya da  “kayıp imam” diye bir kişinin gerçekten var olup olmadığını sorgulayarak şunları söylemektedir: “Bulunmadığını ve bu oğlun varlığı kabul edilmedikçe imamet düşüncesinin ayakta kalamayacağını, dolayısıyla bu oğlun varlığını kabul etmek veya imamet düşüncesini 1398/1977 yılında Muhammed Kazım el-Kazvînî, Kerbelâ’da parmağını bize doğru sallayıp kendinden emin bir şekilde, beklenen imamın gelmesine on iki sene kaldığını söylemişti. Bu sebeple 1400/1979 yılında Mekke’de mehdinin çıkması ile ilgili haberleri takip ettim. O sene Muhammed b. Abdullah el-Kahtani ve Cuheyman el-Uteybi adlı iki kişi böyle bir girişimde bulundular ve Suud yönetimi Cuheyman ve 71 arkadaşını idam etti… Bunu üzerine İsna Aşeriyye mezhebi din adamları arlarında ihtilaf ettiler ve Şeyh Mufid, Seyyid Murtaza, Numani ve Tusi gibiler açıkça ”İmam Hasan Askerî”nin oğlu var olduğuna dair herhangi bir delil reddetmek arasında özgür olduğumuzu söylediler.”Ahmet el- Katip, 10 asır geçmiş hala 12. imam gelecek; gelmeden devlet kuramıyoruz, hâlbuki dünyada zulüm zulüm üstüne… Yani 12. imam gelene kadar Müslümanlık yaşanmayacak mı?. Bu anlayışın Islamın özüyle bağdaşmadığına dikkat çekerek  on ikinci imamın  tarihte hiçbir zaman  yaşamadığını, böyle bir şahsın efsane, mitoloji olduğunu belirterek bu konuyla ilgili rivayetleri doğrudan inceleyerek ortaya koymuştur. Daha  sonra Ehl-i Beyt’in ilk üç-dört asrında Ehli Beyt çevrelerinde  nass ve vasiyetin değil de şura prensibi egemen olduğunu ana Şii kaynaklara dayanarak göstermiştir. Yani Müslümanların  kendilerini kim yönetecekse  buna kendilerinin  karar vermesi gerektiğini ortaya koymuştur. Ancak, bu gerçeğe tahammülü olmayan bağnaz ve gelenekçi düşünce tek çıkar yol olarak Ahmed el- Katip’i yaşadığı çevrede en ağır itham olarak kabul edilen Sünnileşme ya da gizli Sünni olmakla itham etmişlerdir. Onu kendi dünyalarında yalnız bırakarak o düşüncenin yayılmasının önüne geçemeye çalışmışlardır. On ikinci imam, “düşmanları tarafından öldürülecek diye kayıp oldu” iddiasında bulunanlara karşı Ahmet El- Katip şunları söylemektedir. 
“İşte İran’da Şii devleti kuruldu.  On ikinci İmamın Korkmasını gerektirecek bir şey yok niye çıkmıyor ?”  Demektedir. Artık içine şüphe düşen yazarımız yaptığı araştırmalar sonucunda “beklenen imam” teorisinin kelamcıların ürünü olduğu sonucuna va Ona göre Ehli Beyt imamlarının gerçek anlayışları Şura temellidir. İlahi imamet teorisi ise Kur’an ayetlerinin zorlama tevilleri ile desteklenmektedir. Nitekim hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Şiiler içerisinde çok küçük bir Batıni grup dışında “imamet” t
eorisini savunan olmamıştır.
El katip’e  tek reddiye yazan Sami el-Bedri nin konuyla ilgili kitabı ile el katip’in kitabı birlikte okunursa  bu konuya merakı olanların konuyu anlaması daha kolay olur. Reddiye kitabını Arapçası olan kardeşler aşağıdaki linten de okuyabilirler.
Kaynaklar:
Müzekkerat Ahmed el-Katib: Siretî el-Fikriyye ve’s-Siyasiyye min Nazariyyeti’l-İmamae,.. ile’ş-Şura, 
Bkz:
 http://www.alkatib.co.uk/seerati.htm
   http://www.youtube.com/watch?v=psKtQylsawo
http://www.youtube.com/watch?v=H6LHLr0PRTU&feature=related
Ahmed el-Katib, Tatavvuru’l-Fikir’s-Siyasi eş-Şi’î mine’ş-Şura ila velayeti’l-Fakîh, Üçüncü baskısının önsözü.
Humeynî, el-Hukumetu’l-İslamiyye, s.51-52
Humeynî, Kitabu’l-Bey’, s.467
Kayhan gazetesi, sayı: 13223, Tarih(Hicri)16 cemaziyülevvel 1408
http://mdarik.islamonline.net/servlet/Satellite?c=ArticleA_C&cid=1256033959592&pagename=Zone-Arabic-MDarik%2FMDALayout#ixzz0k3cNsKZH


[1] Yaşar Kutluay; islam ve Yahudi Mezhepleri, 52-53. Çağatay-Çubukçu tarafından kaleme alınan İslam Mezhepleri Tarihi isimli kitapta da
[2] Kuleynî: “Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkındaki vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açtı onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü; savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e verdi.. Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevat Mustafa), Tahran? II, 28-29
[3] ( E. Ruhi Fığlalı, "Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi", Milletlerarası Taıihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu
[4] el-Huseyn, Kifahun fî Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye” 
[5]“ kendi yönetiminin Allah’ın, Peygamberin ve masum imamların yönetiminden bir parça olduğunu ve ister halk isterse başkası kabul etmiş olsun, ülkenin yararına ters gördüğü her kanunu iptal etmeye, her kanunu geçirmeye hakkı ve yetkisi olduğunu”
[6] Şia Siyasal Düşüncesinin Gelişimi”

31 Mayıs 2018 Perşembe

ALGILARDAKİ PEYGAMBER İLE KURAN’IN SÖZÜNÜ ETTİĞİ PEYGAMBER ANLAYIŞI!!!



Yüce yaratıcı kitabında her şeyin ölçüsünü belirlediği gibi, Resulünün de ne yapıp edeceğini,  görev alanı yetki ve sınırlarını belirlemiştir. Allah resulünü aşırı yüceltmeden,  ya da sıradanlaştırmadan Allah’ın dediği ölçülerde kabullenmek dini bir hüküm ve zorunluluktur.  Bu konu Müslümanlar arasında tartışmalı hale gelmiş, ilgili ayetlere anlam kayması yaptırılarak bir kısım Müslümanlar Allah resulünün görevi sadece tebliğ etmektir öğüt vermektir mealindeki ayetleri, diğer taraftan Resule uyan Allah’a da uyar anlamlarını içeren ayetleri bir birlerine karşı adeta silah gibi kullanır olmuşlardır. Oysa, anladığım kadarı ile tartışmanın kökünde söz konusu anlam içeren ayetlerin öncesi ve sonrasına bakılmadan  sure ve Kuran bütünlüğünden ayrıştırılarak  parçacı yaklaşılarak anlamlandırıldığından  yanlış sonuçlar çıkarılması neticesi sanki tezat varmış algısı uyandırıldığı görülmektedir.! Zira Allah’ta tezat olmaz. Tezatlık bizim bilgimiz dahilindeki yorumlarımızdadır.  Şöyle ki;


(Gâşiye: 21 “Öğüt ver, hatırlat! Çünkü sen ancak öğüt vericisin”. Derken 22 de ise “Onların üzerinde zorlayıcı değilsin” .”  Bir başka ayet (Neml: 92) de “O halde kim hidayete ererse, ancak kendisi için ermiş olur. Kim de saparsa, de ki: ‘Ben sadece uyarıcılardanım”


Bu konumda gelen ayet silsilesinde,  Allah’a ve muhataplara ait olan sınırlara girmemesi için Resule uyarılardır!. Mesela sen sadece tebliğ et onlar üzerinde baskıcı değilsin derken, ondan ziyadesine karışma, kişinin iradesine bırak!. Tebliğ ettiğin insanlar kabullenmezlerse ne üzül nede onlara baskı uygula. Dendiği gayet açıktır. Bu tür ayetler tebliğin ötesinde başka bir görevin yok anlamına asla gelmemektedir. Zira Kuran’ın başka ayetlerde de, O,  alemlere rahmettir, şahittir, uyarıcıdır, müjdeleyicidir, Allah'a çağırıcıdır,  ışıktır,  güzel  örnektir, vahyi açıklayan ve  uygulayandır, söz ve davranışları Allah Teala tarafından denetlenen ve yanıldığı takdirde uyarılan ve yanlışı düzeltilendir, Allah'ın ve meleklerin  yardımına mazhar olan, müminlere de, O'na yardım etmekle emrolunduğu kişidir.. denmektedir.


Kuran’da anlatılan resulle ilgili, amacından saptırılan  bir başka ayette "Resule itaat eden şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur"  ayeti ve benzerleridir ki, bunlar yorumlanırken;  Kuran bağlamından koparılıp  farklı mecralara çekilerek üzerinden  yüzlerce farklı görüş üretilen ayet silsilesindendirler! . Allah resulünü ikinci bir rab konumuna yüceltenimi,  kainatın onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığı hikayesini mi!..? Allah’la sohbetinde Allah’ın buz gibi olan elini sırtında hissetmesi mi?..!!!!


Ayette ki itaat ölçüsünü aslında Kuran kendi içinde belirlemiştir. Resul neye itaat etti?- Allah’a.. Resul Allahtan gayri dine hüküm ilave edebilir mi? Hayır.. Dolayısı ile Resule itaat eden kime itaat etmiş olur? Elbette Allah’a .. Pekiyi  Resul itaatini ne ile gösterdi? Allahtan aldığı vahyi aynen muhataplarına tebliğ etmesi ve onu uygulaması ile. Tebliğ uygulamadan bağımsız olabilir mi? Olamaz çünkü  uygulaması olmayan bir şeyin aleni tebliğinden pek bir şey anlaşılmaz. Uygulaması olmayan bir tebliğ olsa idi, müminler arasında birlik beraberlik olmazdı!  Uygulamada tebliğin içindedir.  Neticede Allah resulü kendisine gelen emri tebliğ etti nasıl yapılacağının anlatarak uyguladı ve tavsiyede bulunda. Bundan öte onlar üzerinde baskı uygulamamak üzere de uyarıldı.


Necm 3 te “O, hevadan (Nefsine göre, Yani, kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz” ayetin gelince bu mekki bir ayettir. Mekkeliler Resule gelen her ayetten şüphe duyuyor, onu yalan, sihirbazlık ve  cinlerden yardım almakla itham ediyorlardı. Yüce Rab’ın bu ithamlara karşı, Resulün vahiy dediği hiçbir sözün kendi uydurması olmadığını  yönelik cevabıdır. Bu bağlamdaki ayetler sadece vahiyle ilgilidir.


Sonuçta, örnekliğe sahip çıkamamış, örnekliği taklitçiliğe çevirmiş bir  ümmetin bugünkü halinin nedeni aşırı yüceltme ve indirgemecilik değil mi?..! Yukardaki tercüme ayetlerde de görüldüğü gibi Resulün görevi sadece söz ile tebliğ değil, uyarılarak, uygulayarak öğreterek tebliğ etmektir. Bizim görevimizi de Kuran ölçüsünde ona uymaktır.                                                                         Resulün Kuran dışı günlük sosyal hayattaki davranışları,  kendine özgü alışkanlıkları, adetleri, kültürü, sevdikleri yada sevmedikleri bunları ifade etmek içinde sözleri vardır. Bunlar tamamen kişiseldir! Zira O  her şeyi ile  programlanmış iradesi elinden alınmış robot değil, insandır.. Her bir şeyini taklit etmek de  din  değildir. Allah resulünün bütün bu yönlerini görmezlikten gelip, O kuranı tebliğ etti, vazifesi bitti bizimle bağı koptu,  ya da onun her sözüne her hareketine her alışkanlığına  maksadı anlamadan Allah’a itaat eder gibi et yada taklit et  mantığı zannımca Kuran’a aykırılıdır. Bu konuda tek ölçü Kuran’dır.  Resulü Kuran’dan  bağımsız bir yerle oturtmak  kendini Müslüman yada  Kuran Müslümanıyım diyenlere asla yakışmamaktadır. Bir birinden farklı bu iki görüş mutlaka bir orta yolu bulmak zorundadır. Kimsenin Kuran ve uygulaması dışında dinde ıskonto ve artırıma gitme yetkisi yoktur.


                         Hüseyin KOÇ

9 Mart 2018 Cuma

İSLAM DÜNYASINDA HUMEYNİYE NİCİN TEVECCÜH EDİLDİ!



İSLAM DÜNYASINDA HUMEYNİYE NİCİN TEVECCÜH EDİLDİ!
Humeyni’nin Şah rejiminin direncini kırarak yıllar süren sürgün hayatını bitirip büyük bir gösteri ile ülkesine dönmesi ve halkının büyük coşkusuyla karşılanması bütün İslam âlemini etkilemiş, ilk söylemleri ve mesajları Müslümanlar arasında büyük sempati toplamıştı. Yüzyıllardır içine kapanık bir halde kurtarıcı bekleyen şia, tarihinde bir kıpırdanma görünüyordu! Bu kıpırdama, iktidar sahiplerinde stres ve korku uyandırsa da islam dünyasında  mezhepsel ayrılıkları aşarak, bütünü etkilemiş  İslam toplumlarına liderlik edeceği umudunu uyandırmıştı.  Zira islam toplumları tam bir umutsuzluk ve çaresizlik içinde idi!
İslam düşmanlarının İslam’a bakışı ve yok etmek üzere geliştirdikleri stratejiler karşısında  İslam ülkeleri yorgun bitkin, fakir kendi içlerinde bir biriyle sorun yaşar halde idiler. Böyle bir ortam Humeyni nin arkasında ABD olan şahı devirmesi, tevhidi esas alarak birleştirici konuşmalar yapması,  umutsuz halklarda  çok farklı beklentiler uyanmasına neden olmuştu.. Humeyni ye kısa zamanda Müslüman halkların bu kadar güven duymaya başlaması, yerlerde sürünen İslam bayrağını  yükseklere taşımaya namzet bir lider olarak algılamasının geçerli başka sebepleri de  vardı.
Hz Peygamberle   bir medeniyet oluşturan  toplum,  daha ilk yüzyıl içinde  iktidar kimin olmalı kavgaları yüzünden büyük kırılma yaşamış aile kavgaları,  kavmiyetçiliği asabiyeti hortlatmış, bu kavgalarda taraf olanlar kendi haklılıklarını ispatlamak için Kuran’ı konuşturmuşlar, yeterli olmayan alanlarda da rivayet uydurarak rahmete kavuşmuş peygamberi konuşturarak toplumu  Sünni ve Şia adı ile ikiye bölebilme başarısını elde etmişlerdi! Buna rağmen islamı özümseyen kafalar insanlığa çeşitli ilim dallarında katma değer üretmeye başlamışlar ama bunu uzun sürdürememişlerdir! Nedeni;  ilmi dünyevi ve uhrevi adı ile ikiye bölen, ağırlığı da uhrevi yöne çeviren yeni kafaların yönetimleri etkilemesi!!... Eğitim kurumlarında söz sahibi olması!  Nedenselliği, sorgulamayı terk edip, işi şekle görüntüye döken islam toplumu son iki asır batı toplumlarının bir hayli arkasında kalmaya  bir nevi kendi kendini mahkum etmişti.  Gerileme burada kalmamış, emperyalist güçlerin tahriki ve saldırıları karşısında  parçalanarak devlet ya da devletçiklere dönüşmüşlerdi! Bu ülke yönetimlerinin İslam’a bakış tarzının bir çoğu toplum dini anlayışını küçümseyip seküler bir bakış tarzı geliştirmiş, Kendi dini ve vatandaşı ile savaş halinde. Diğer bir kısmı da İslam’ı uyguluyorum adı ile islama yamanmış hurafe ve yalanlarla, yönetimlerini güçlü tutma adına geliştirilen rivayetlerle  toplumu uyutup  avutmakta idiler.  Gerek seküler anlayışla gerekse din adına ülkelerini yönetiyor olanlar; topluma karşı  acımasız diktatörleşmiş, adaletsizlik, hukuksuzluğu ayyuka çıkarmış yapılardan oluşmakta idi!. Toplumlarda açlık, sefalet, her geçen gün artan ahlaksızlık kol geziyordu!
İslam ülkelerinin hepsi emperyalist batılıların güdümünde ve dış siyasette, iç siyasetin birçok alanında özelliklede ekonomi de esiri halinde idiler.
Bu atmosfer içinde İran’ın durumu da diğerlerinden daha iyi değil, hatta daha kötü idi! Bir birinden çok farklı inanç ve ideolojilere sahip muhalifler, şah yönetiminden nemalananlar, emperyalist güçlerin emelleri!...
Humeyni nin çıkışı insanların umudunu tamamen yitirmiş bir ortama rastlamıştı! Bu gerçeğin ışığında sünni toplumlarının siyaseten Humeyni yi desteklememek gibi bir lüksü yok görünüyordu!.
Humeyni nin tevhit merkezli birleştirici söylemleri ona karşı sevgi ve muhabbeti artırmış, farklılıkları fark etmek yerine ortakların belirginleşmesi herkes tarafından söylenmese de benimsenmiş görünüyordu. Humeynî'nin devrimini Sünnîler de destekliyorlar; ümmete zulüm söz konusu olduğunda mezhep farkını gözetmiyor, ümmet bilinci ile hareket ediyorlar. O tarihte Sünnîlerin lideri Ahmed Müftîzâde isimli bir âlim.
Bu sempati ta ki Humeyni nin icraatlarının ortaya çıkmasına bir nevi iran anayasasının yayınlanmasına  kadar sürdü!   İran İslam Cumhuriyeti'nin anayasası hazırlanırken 13. Madde “İran'ın resmi mezhebi İslam ve isnâ-aşerî şîîliğidir” şeklinde düzenleniyor. Müftizâde buna itiraz ediyor, “ümmeti bölmeyelim, mezhepçilik yapmayalım, İslam diyelim…” diyorsa da ona kulak asan kimse olmuyordu!  Böylece mezhebi dinin önüne çıkartma geleneği daha da güçlenmiş oluyordu!  Halbuki  ümmet mezhepçilik girdabına düşmese daha iyi olmaz mıydı!  itikadı mezheplerin mensupları düşmanı bırakıp birbirini kırmasalardı, her grup mezhebini yaşasa ama ümmet ve İslam söz konusu olduğunda birlik olsalardı!
Humeynî Necef'te iken onunla irtibata geçen Müftîzâde'ye devrim başarılı olduğu takdirde adalet ve eşitlik esasına dayalı bir İslam devleti sözü veriyor, devrim başarılı olup İran'a geldiğinde onu karşılayanların önünde Müftizade var, Humeynî'den sonra ikinci konuşmayı da o yapıyor, konuşmasında halkı İslam devletinin kurulmasına ve mezhepçiliğin terk edilmesine çağırıyor, işte o konuşmadan itibaren yol arkadaşlarına zulüm ve baskı artarak devam ediyor, Sünnîlere verilen sözler ne yazık ki unutuluyor!
İslam toplumlarında, Tevhitte birleşme umudu bir daha yanmamak üzere sönmüş söndürülmüştü!.. Bir çok aydın ve Humeyni sempatizanı ilk etapta buna inanmak istemedi. Toplum baskısı ile  anayasaya böyle geçmiş olsa da fiillerin farklı olabileceğini, beklenip görülmesi gerektiğini düşünenler oldu! Emperyalist güçlerin çıkardığı ırak İran savaşında İran’a destek olmak savaşmak  üzere islam ülkelerinden gidenler oldu. Onların bir çoğu orda telef oldu. Sağ dönüp hatıralarını yazanlardan edinilen bilgilere göre yeni yönetim anlayışının katı şia anlayışının yeni tezahüründen başka bir şey değildi!
İslam ülkelerindeki  ulusçuluk, mezhepçilik ve ırkçılık belasından kurtulmadıkça, ümmet ortak düşmanlarına karşı birlik olmadıkça İslam dünyası mağdur ve mazlum olmaya devam edecektir.
Humeyni devrim sonrası,  İrancılığı ve milliyetçiliği yeren, buna mukabil İslamcılığı ve ümmetçiliği ön plana çıkaran sözlerine artık rastlanmaz olmuştu!.  Aksine  Safevicilik tartışmaları büyük bir yaygınlık kazanmış ve Yeni Safeviciliğin teorisyeni olarak görülebilecek Cevad Tabatabai ve benzeri isimlerin devlet kontrolündeki basında görünürlükleri ve etkinlikleri ciddi biçimde artmıştır. Hatta bu zat’ın yazdığı Kuran tefsirini, şianın beklediği son imamın, emri ve yardımı ile yazdığı hurafesinin toplum tarafından büyük bir heyecanla alındığı görülüyordu!
Humeynî'nin Kum'daki evinde Müftîzade ile aralarında geçen şu konuşmayı orada bulunan Sünnî alim Abdurrahim Bülûşî nakletmiştir:
-Humeynî, sen bana bir İslam Cumhuriyeti sözü verdin fakat Safevî bir Şîî cumhuriyet getirdin, inancım sana silah çekmeye manidir, lakin siyaset meydanında sana karşı savaşacağım.
-(Humeynî muhatabını tehdit ederek) O zaman, başkaları gibi sen de dağlara çıkarsın!
-(Desteğinden pişman olmuş ve aldatılmış olarak) Hayır, ben şehirde kalacağım!
Ümmeti içine alan, eşitlik ve adalet temelli bir İslam Cumhuriyeti için mücadele eden Müftîzade hücre hapsine konuyor, bütün insani hak ve muameleden mahrum yıllarca zindanda yattıktan sonra öleceği anlaşılan hastalığı sebebiyle serbest bırakılıyor ve vefat ediyor. (Allah rahmet etsin)
Fars milliyetçiliği o kadar yüceltilmişti ki Türk ve Arap kavramları kullanılırken bile çeşitli tahkir edici sıfatlarla ifade edilmesi popüler hale gelmişti!  Humeyni sonrası mezhepçilik ve ırkçılık daha da azgınlaşmış, taassup zirveye ulaşmıştı.
İslam coğrafyasında tevhit yolunda yeşeren umutlar çok kısa bir sürede maalesef ki ırkçı ve mezhepçi zihniyetin galebe çalmasıyla son bulmuştu!


YETMİŞ VE SEKSENLİ YILLARDA  ÜLKEMİZDE İSLAMI BENİMSEMİŞ GENCLİĞİN OLAYLARA BAKIŞI.
Savaş ve yoksulluk yorgunu ülkemiz insanlarının devrimler sonrası İslami kitaplarla da bağı koparılmış atadan aileden anlatılanlarla yetinilme ile din öğretme faaliyetlerini yer altına indiren bazı kişilerin yöntem ve öğretileri ile yetinmek zorunda kalmışlardır. Bu kişiler İslami boşluğun yerini; geçmişten beri süre gelen rivayetlerin din edinilme ve dini rivayetlerden öğrenme alışkanlığının üstüne, tasavvuf söylemlerini, tarikat şeyhlerinin konuşmalarını, onlar adına yazılan kitapları, hikaye destan, keramet ve mucizeleri kapsayan  büyük bir çoğunlukla içi hurafe dolu söylemleri din diye öğretir olmuşlardır. Bu öğretiler, toplumda insanı daha şekilci, dinde sınıfsal bir yapı oluşturan, yüksek sınıfta olanları  putlaştırma ve kutsama alışkanlığını ayyuka çıkarmıştır!.   Yetmiş ve seksenli yıllar; ideolojik sapmaların asabiyete yönelmelerin, birde bu hurafe kültürü ile islam devleti kurma modasının yarıştığı yıllardır. İran devriminden sonra ülkemiz çeşitli şehirlerinde hatta semtlerinde bile İran yönetimini överek mezhebinin din olduğu propagandasını yapan bir nevi misyonerlik faaliyeti sürdüren evler odalar oluştu. İran Irak savaşına katılmayan ancak Humeyni sempatizanlığını üzerinden atamayan binlerce insan bunların propagandası, yayınları, ürettikleri yalanları din edinmeye başladılar. Tabiri caiz ise Humeynici bir gençlik çıkmaya başladı! Kökten tarihini reddeden, tamamen sahabe düşmanlığı yapan, Kuran’ı farklı konuşturan, hatta ibadet şeklini bile değiştirenler!.......
İşte bu atmosferde ne yapacağını bilmeyen, hangisine inanacağını kestiremeyen kararsız bir genç!
 İran devriminden sonra bir umutla ataşelikler aracılığı ile oradan kitap ve kaset isteminde bulundum. İran’la ilgili okuduğum ilk kitap İran anayasasıydı. Anayasalarında İran ın dini “İslam”ı göreceğimi herkes gibi ben de umut ediyordum. Ancak, gördüm ki; kıyamete kadar değişmeyeceği vurgulanan şii mezhebi İran ın değişmez dini olarak anayasalarında yer almaktaydı. Bunun akabinde Şia nın ne olduğunu öğrenmem gerekti. O günlerde. Allahtan ki bir arkadaşım Humeyni ve İslam diye Türkçeye tercüme edilmiş bir kitap vermişti. Caferi hadisleri ve konuların Humeyni dilinden açıklamasının olduğu bir kitaptı. O kitabı okuduğum dönemde de namazımı kılsam da islamın ne demek olduğunu bilmiyor, sadece yaz tatillerinde cami hocalarından duyduklarım kadarı ile bir kanaatim vardı!  Okuduğum kitap kafamı karıştırmıştı. Peygamber dışında muşum kişilerin olması, imametin imanını esası sayılması, erkek kadın ilişkilerinde ölçüsüzlük, muta nikahı, takiyeye anlayışı,  imamların diğer peygamberlerden üstün olması, İmamların vahiy alması, imamların öleceği vakti tayin etmesi, imamların zekat memuru gibi bütün zekatları toplama yetkisi,  Müminlerin annesi Hz.Aişe ile ilgili  güvensizlik, ona yapılan iftirayı doğrularcasına ithamlar,  sahabeden dokuz kişi harici hepsini küfür ile itham etme vs.
Okuduklarım daha önceki öğretilerimle  taban tabana zıt şeyler içeriyordu. Bu görüşler nerden çıkmıştı. Meselenin aslını öğrenmek için ulaşabildiğim kaynakları taramaya başladım. Genellikle araştırdığım kaynaklarda Sünnilik ile Şiilik arasındaki farklardan hiç bahsetmiyor Şiiliğin propagandasında ve bazı tarihi olayların ajitasyonunda zirveye çıkılıyordu. O yıllarda Türk kökenli Caferiler şii kitaplarını tercüme ederken Sünni kesime dokunan onu yaralayan bölümlerini tercüme etmediklerini ya da tercüme ettikleri kitaba koymadıklarını sonradan öğrendim. Sebebi ise; okuyucu şia ile Sünniliğin bir farkının olmadığı kanaati ile şiaya yaklaşsın ve aldanması kolay olsun diye. Burada şunu da söylemekte büyük yarar var yapılan bir araştırmada İran yayınevleri Türkçeden Farsçaya çevirdikleri kitap bir elin parmağı kadar bile yok. Bu kitaplarda ilmi bir yanı olmayan türden kitaplardır. Oysa İran klasiklerinden tutun da kitapevlerine düşen her iran kökenli kitap hemen hemen Türkçeye çevrilmiştir.
Humeyni ve İslam adlı kitapta ki bilgileri o günlerdeki şii sempatizanları ile tartıldığımızda bu kitap Amerikan ajanları tarafından Humeyni yi kötülemek üzere tercüme edildiğini tamamen uydurma bir kitap olduğu cevabını veriyorlardı. Hâlbuki kitap da dipnotlarda kaynak isimleri belirtiliyordu. Ama Farsça bilmeyince bu kaynaklara ulaşmak mümkün olmuyordu. Sonuçta yılmadan araştırmaya devam ettim. İslam tarihlerine yöneldim. Bu vesile i kendi tarihimi de okuma öğrenmeme neden oldu.  İslam tarihindeki şia ile ilgili metinler ile Humeyni ve İslam adı ile yayımlanan kitaptaki bilgiler örtüşüyordu. Yani söz konusu kitap şiayı karalamak üzere hazırlanmış bir kitap değildi.   
Şaşkına dönmüştüm ama gerçeği artık kavramıştım. Demek ki, Humeyni mezhepçilik yaparak İslam bayrağını değil, bölünmüşlüğün mezhep çatışmasının bayrağını yükseltmeye gelmişti. Yıllardır bu hızla şia konusunda araştırma yapmaktayım bu birikimi de inananlarla paylaşmak en büyük arzum. Ancak inananların birbirine en yakın olmaları gereken dönemlerde farklılıkları kaşımanın insanlığa hiçbir yararının olmadığını düşünerek bugüne kadar bunu kendime sakladım. Ancak bu sürecin toplumumuzdaki yansımasına baktığımda dünkü siyasi sempatizanlarının bugün Şiilerle bir olup şia dışı müminler arasında yürüttükleri davet çalışmalarını sinsi metotlarla sürdürdüğünü görmekteyim. Siyasi yakınlığı dini yakınlığa çeviren ülkemizdeki sonradan dönmeler inanç akidesinin ve şianın ne olduğuna bakmadan bilgi edinmeden hatta buna ihtiyaç bile duymadan son derece cahilane bir tutum ile Cihadı istismar ederek “Şiî-Sünnî kardeştir” söylemini şia inancının güçlendirmek adına, şia karşıtı  inançlara hakaret etmeyi ve Şiîlerin faziletlerini sayıp dökmeyi kendince bir fazilet saymaktaydılar!
İRAN DEVRİMİ SIRASINDA SEMPATİZAN OLANLARIN BUGÜNKÜ HALİ
 Geçmişte iran ve diğer islam dünyasındaki gerileme ve ezilmişliğin altında  Humeyni nin çıkışına tamamen duygusallıkla Şiilere yaklaşan birçok insanın bugün durumu maalesef ki onlardan farklı değil. Yakından tanıdığım onlarca arkadaş var ki, Seksenli yıllarda Şianın gerçek dini anlayışını, tefsir ve muteber hadis kitaplarındaki şia gerçeğini bilmezlerdi. Sadece Humeyni’ye sempati ile bakarlardı. Yerli mollaların, geçmişte yaptıkları Sünni kesimi yezidin taraftarı propagandasının tekrarı ve Amerikan ve Siyonizm düşmanlığının atağa geçtiği bu süreçte de aynı tezleriyle şii olmayan Müslüman çoğunluğa  karşı sınır tanımaz yalan iftira yanlış bilgilerle bu kişileri aldattılar.. Başlangıçta kendi inançlarıyla ilgilide fazla bir bilgisi olmayan haksızlığa zulme karşı dik durmaya çalışan bu mazbut insanlar bugün şianın en azılı savunucusu durumuna gelmiş Şiilerden çok Şiileşmiş, şii fıkhını uygulayıp diğer müminleri küfürle itham eder duruma gelmişlerdir. Eğer bunların Tarihte olduğu gibi, siyasi yakınlığı dini yakınlığa dönüştürdüklerine şahit olmasaydım, başlangıç ve bugünkü hallerini bilmeseydim bu konuya zerre miktar ilgim ve alakam olmazdı. Bu araştırma ve tecrübelerimi yazmaktaki amacım hiçbir şii kardeşimi üzmek onunun inancına hakaret etmek ve aşağılamak değildir. Benim derdim; Şiacıalar ile. Şiiliği kullanarak ırkçılık yapan, diğer Müslümanlara düşmanlık üreten, onları arkadan vurmaya çalışan, bunlarla birlikte  kültürler ile siyasi olguları dinin önüne çıkartıp, Kuranı ve nebi örnekliğini  bu çerçeveden yorumlayıp ona buna cennet cehennem bileti kesenlerle!. Bu alanı fütursuzca kullananlara. Velev ki; mezhepçiliği, rivayetciliği, gelenekçiliği yapan kendini sünni olarak tanımlayan sünnicilik yapanlar olsun! Tefrika nerden gelirse gelsin, Kuran’ı yolundan saptırmaya çalışan her akım bu ümmet için fitnedir. Fitnenin sünnisi şiası olmaz.Tevhidi yaralayan, şirki islamın içine sokan her anlayış ve yorum tevrikadır, atılmalıdır, uzaklaşılmalıdır.!
Bütün bu masum gençlerin etkilenmesindeki gerçeğin bir başka yönü de maalesef diğer İslam ülke yönetimlerinin hali. Buralarda İslamın geleceği ile ilgili her hangi bir kaygı olmadığıdır! Zira bu ülkelerde dinin özü aslı toplumda ne kadar bilinmezse onlar o kadar rahat ediyorlar. Ellerindeki hammaddeyi ucuza batıya peşkeş çekerek günlerini gün etsinler! Bunu hazmedemeyen batılı emperyalistlerin, küresel kültürün etkisinden kendini bulmaya çalışan samimi insanların birçoğu da gerçeği bulma adına şii propagandacılarının tekeline düşmüş şia gerçeği ile mutlu olmaya çalışmaktadırlar.