2 Aralık 2011 Cuma

İmam Zeyd ve Rafızilik


     
        Hz Hüseyin’in şahadetinden sonra kendisine şia (taraftar) adını veren gruplar,  imamlara giydirdikleri masum zırhı ile,  imamlar adına oluşturdukları akideleri, hissi, bilgisiz, cahil insanlar tarafından kabulünü sağlandıkça faaliyetlerini artırarak güçlendiler. İmamların adını kullanarak sağladıkları bu güçle, zulme baş kaldıran ehlibeyt mensuplarına bile  kafa tutmaya başladıklarını  görüyoruz. ( Bunun örneklerinden biri hatta en belirgin olanı Hz Zeyd’e yapılandır. Zeyd (r.a.), Raşid imamları kötüleyenlerle birlikte yürümezdi ve onun Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r.a.) hakkında hayırdan başka söz söylediği bilinmemektedir. Ayrıca o, bu imamları kötüleyen ve Hz. Ali ailesine muhabbet duyan Şiilerin sevgisini yapmacık sayardı. Hatta onları utanç vesilesi addederdi. Bundan dolayı onun bazı Şiilere şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey insanlar, bizi İslam muhabbetiyle seviniz! Sizin sevginiz, bize utançtan başka bir şey getirmedi. Hatta insanların bize nefretle bakmasına sebep oldunuz." Bu değerli konuşmada o. muhabbette sının aşanların sevgilerinin İslam dairesi ve adabı içerisinde olmasına, Nebi (s.a.v.)in kendisine yaklaştırdığı adil kişileri kötüleme meye, bu kişilerin Rasulullah'a nisbetle, Hz. İsa'ya nisbetle Havarilerin durumu gibi olduğunu anlamaya davet ediyordu.
Yine rivayet olunur ki. Iraklılardan bir gurup meclisine gelerek, Ebu Bekir ve Ömer'i anıp kötülediler. Sonra sıra Osman'a geldi. Onlara şöyle söyledi: Söyleyin bakalım siz”mal ve yurtlarından koparılan, Allah'ın fazlı ve hoşnutluğunu kazanan, Allah ve Resulüm''" yardımına koşan ilk muhacirlerden."( Haşr 8) misiniz?
Onlar:
- Hayır, dediler.
Allah'ın "Muhacirlerden önce Medine'yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler”.( Haşr 9)  Buyurduklarından mısınız?
- Hayır, dediler. Onlara şöyle söyledi:
—Demek siz ne onlardan, ne de bunlardan olmadığınıza nefisleriniz üzerine şahitlik yaptınız. Ama ben, Allah Teala'nın şöyle buyurduğu üçüncü fırkadan olmadığınıza şa¬hitlik ederim: "Onlardan sonra gelenler şöyle derler: - Ey Rabbimİz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla; iman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma"( Haşr 10) Yanımdan kalkıp gidin! Allah ne size rahmet eylesin, ne de o rahmeti evlerinize yaklaştırsın. Siz İslam ehli değil, onunla alay edenlersiniz! “(lBidaye Ve'n- N'haye 9/107)                                                                                                                                  
Bu rivayet Muhammed Bakır b. Ali Zeynel Abidin'e hirH fK vk nakledilmiştir)
Onun, dedesi Ali (kv) ye olan sevgisi aşırılık boyutlarında değildi. Bu sevgi ona göre dinde tam olarak yerini bulamayan durumları benimsemeye kendisini sürüklemiyordu.
Nitekim onun zamanında bazı şiiler Hz. Ali'nin tekrar döneceğini iddia ediyorlardı. Bu husus Ali Zeynel Abidin'e iletilerek, birisi ona şöyle söyledi:
— Ali ne zaman tekrar dirilecek? Şöyle cevap verdi:
— Vallahi yalnız nefsinin kendisini ilgilendireceği bir vaziyette kıyamet günü dirilecektir.
 Bu onurlu duruşu gösteren ve bundan asla taviz vermeyen Hz. Zeyd, Zeynelabidin’in oğlu (698 -740). Yıllarında yaşamıştır. İlk derslerini babası Zeynelabidin'den (ra) aldı. Babasının dışında, aralarında ağabeyi Muhammed Bakır'ın da bulunduğu çok sayıdaki alimden dersler aldı. Hadis ilminde önemli bir birikime sahip oldu ve öğrendiği hadisleri rivayet etti. İlim tahsil etmek maksadıyla Medine dışına çıktı ve birçok İslam beldesini dolaştı. Bu arada bazı sahabelerle görüşme imkânı buldu. "İmamet" vasfına haiz olmak için alim olmak ve ilim tahsil etmek gerektiğini, bizzat ilim öğrenmeye çalışarak göstermiş oldu. Bu fiili hareketiyle, "imamlara vahiy geldiği" veya "onlara Allah'ın bildirmesi" şeklindeki görüşlere inanmadığını göstermiş oldu. Çünkü o zamana kadar bu iddialar ortaya atılmakta ve "imam" telakki edilenlere muhtelif vasıflar ve özellikler verilmekteydi.  İlme karşı doyumsuzluğu onu çağındaki âlimlerle sıkı bir münasebet kurmaya yöneltti.  O dönemdeki birçok insan ondan ilim tahsil etmişlerdir. Vâsi b. Atâ ve İmam Ebu Hanife de bunlardandır. Zeydiler imamlığın ona ve soyuna geçtiğine inanırlar.  Büyük bir fıkıh âlimi ve ilm-i kelamcı olan Hz. Zeyd, emevilere karşı ayaklanmıştır. İmamı Azam Ebu Hanife ona bu mücadelesinde gerek maddi acıdan gerekse manevi acıdan yanında olmuş, yaptığı vaaz ve nasihatlerinde onun haklılığı ve ehlibeyte destek olunması yönünde halkı telkinde bulunmuş, başarısı için çok büyük gayret göstermiştir. Zeyd bin Zeynelâbidîn Emevî ordusuna karşı sa¬vaşa çıktığında Ebu Hanife onun hakkında: «Zeyd'in bu çıkışı, Resululîah (S.A.V.)'in Bedir savaşındaki çıkışına benzer.» diyerek desteğinin çok güçlü tutmuştur.
İmamı Azam’ın desteğine çok içerleyen zamanın valisi İmamı Azam ın oğlunu hapsettirmiş, zeyde olan desteğini çekmezse daha kötü gelişmelerin yaşanacağı konusunda onu tehdit etmiştir. Hatta İmamı Azamın hapsedilmesi işkence ile zindanda şehit edilmesi yine bu yüzden olmuştur.
İşte bu süreçte Zeyd bin Zeynelâbidîn Kûfe'ye gelince, Ehl-i beyt taraftârı gözüken ve Eshâb-ı kirâmın bazılarına kötü sözler sarf eden kimseler onu halifeye karşı kışkırtarak halife tarafından yakalattırılacağını söylediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn bu endişeyle hazırlanmaya başladı. Kendisine taraftar gözüken on beş bin kadar kimse bîat etti. Halîfe Hişam bin Abdülmelik de, Zeyd bin Zeynelâbidîn ve taraftarları üzerine kuvvet gönderdi. Halifenin askerleri Kûfe'ye yaklaştıkları sırada, kendisine taraftâr gözüken o günün en büyük şia grupları  «Zeyd'le Yusuf b. Arar es-Sakafi arasında savaş şiddetlenince, taraftarları Zeyd'e şöyle demişlerdir:  
«Biz sana, deden Ali b. Ebi Talib'e zulmeden Ebubekir ve Ömer hakkındaki görüşünü bize bildirdikten   sonra yardım edeceğiz.» Bunun üzerine Zeyd şöyle dedi. «Ben Ebubekir ve Ömer hakkında iyiliklerinden baş¬ka bir şey söyleyemem. Ben, Emevilere karşı çıktım. Çünkü onlar, dedem Hüseyin'i öldürdüler, «Harre» savaşında Medine'yi yağma ettiler. Sonra Beytullah'a mancınıkla, taşlar atıp ateşe verdiler.» Bunun üzerine arkadaşları Zeyd'den ayrıldılar.» (Bağdadi'nin «el-Fark Beynelürak» adlı eseri )                                                                                                                    
Yine bir başka kaynakta" Ebu Bekir ve  Ömer’i nasıl bildiği ve birinci halifeliğin kimin hakkı olduğu” konusunda soru yöneltmişlerdir.  İmam da "Ben gerçekten Ebubekir ve Ömer hakkında kötü düşünmem. Babam da, dedelerim de düşünmezdi. Ancak, halifelik hakkı dedemindi” demiştir. Bunun üzerine şia grup liderleri “ o zaman Ebû Bekr ve Ömer'e  düşman ol!" dediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn; "Büyük dedem olan Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellemin sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem" cevabını verdi. Onları bu tür sözler sarf etmekten men etti. Bunun üzerine dört yüz kişi hâriç diğerleri savaş alanını terk ettiler. Bizler Ebu Bekir’e Ömer’e düşman olan, onların aleyhinde bulunan başka ehlibeyti bulur ona biat eder destek veririz, onunla mücadelemize devam ederiz diyerek Zeyd’e en dar dönemde ihanet ederek terk etmişlerdir.
Evladı resule en büyük zulümleri kendilerinin etmesine rağmen, onların üzerinden prim yapmaktan geri kalmamışlardır.  Tarih boyunca Şiilerin kalpleri hep ehlibeytin yanında, kılıçları ise karşılarında olmuştur. Hz. Ali, Hasan, Hz. Hüseyin, imam Zeyd gibi ehlibeyt büyüklerine etmediklerini bırakmamışlardır. Bu durumu imam Zeyd’in şu vecizesi tamamen özetlemektedir.
“Rafızîlerin bize yaptıklarını kanımıza giren Emeviler yapmamıştır. (Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, c.4, s.47)                                                                       
Sonuçta taraftarının ihaneti ile gücü azalan zeyd atası Hz Hüseyin gibi mücadelemsinde ihanetle karşılaştığı için yenik düşüp şehit edilmiştir.   Zeyd yerine Yahya geçti. O da Emevilerin son dönemlerinde öldürüldü. Yerine Ebu Hanife'nin hocası Abdullah b. Hasan'ın iki oğlu Mulıammed el-İmam ve İbrahim el-İmam geçti. Nitekim bu olayın benzeri süreç babası İmam-ı Zeynelabidin’in de başına gelmişti.  Şii âlimlerinden kadi Nurullah Şüşteri, Cila-ül-uyun adlı eserinde, İmam-ı Zeynelabidin’in Kufe şehrine getirilince,  katillerimiz Şiilerdir dediği açıkca yazılıdır.
Aynı dönemde Hz Ali seven ve onun şiası olarak vasıflandırılan küfe halkı da Hz. Ebu Bekir ve Hz Ömer’e son derece saygı duyar sever ve hayırla yâd ederlerdi.
Ehlibeyti hakiki sevip onun yolunu takip ettiğini söyleyen grupların, İmam zeydin şehit edilmesinden sonra bu sevgiyi bir tarafa bırakarak, Şia’yı Şiacılığa acımasızca dönüştürdüğünü görüyoruz. Yezit döneminden başlamak üzere camiden uzak kalan bu sebeple islamdan bihaber kalan  bu grupların, İslam adına sadece Ali ve evlatlarını sevmeleri onları hakiki İslam anlayışı içinde tutamamıştır. Bir takım fitne hareketlerinin güdümüyle hakikatlerin hissiyatın gölgesinde yok olup gittiğini fark edememişlerdir.
    Bu olaydan sonra Şiilere  "Rafızi" (ayrılanlar) denilmiştir. Bu sürecin devamında ehlibeyt imamlarının içinde olmadığı fakat ehlibeyt adının kullanıldığı ayrı bir mezhebi oluşturdular. Bunlarda kendi aralarında bölünmeler yaşadı. Her ayrı grup kendini hak yolda olduğunu göstermek için ehlibeyt mensuplarını bu sürecin içine müdahil kılmaya çalıştılar. Bunların ortak kullandığı zemin ehlibeyt sevgisi, ehlibeyt mektebi, sahabe düşmanlığı gibi söylemleri mevcuttur. Hz Ali den yaklaşık iki asır sonra,  onun vaazlarından derlendiği iddia edilen özüne ilaveler yapılan Nehcul Belaga’nın tercümesi bile farklı farklıdır. Her grup kendisinin hak diğerlerinin batıl olduğunu iddia etmektedirler. Her ne hikmetse bu kitabın toparlanması, Hz Ali evlatları na değil de  iki azıli şiiye kalmış.!  Bu sebepten dolayı bu inancın içinde olanlar kendileri dışındakileri “Gullat” olarak adlandırmaktalar. Bu alanın geniş bir araştırılması sonucunda görülen şudur ki; ehlibeyt mensuplarının büyük bir çoğunluğu bu grubun ne içinde,  ne de yanında olmuştur. Ancak bazıları tamamen insanı duygular eşliğinde, zulme duydukları öfke,  Emevi ve Abbasi lerin kendilerine karşı tutum ve davranışlarından duydukları rahatsız nedeniyle zaman zaman aynı safta yer almış olabilirler. Ancak bu grupların niyetlerini anladıkları an İmamı Bakır İmamı Cafer, , İmamı Zeyd gibi onlardan beri olmasını bilmişlerdir. Mesela  İmam Muhammed Bakır Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'i çok severdi. Zamanında ba'zı kimselerin bunlara düşmanlıkta bulunduklarını ve bunu da Ehl-i beyte olan sevgilerinden yaptıklarını iddia ettiklerini duyunca çok üzüldü. Buyurdu ki, "Ben Hz. Ebû Bekir'le, Hz. Ömer'e düşmanlık eden kimselerden uzağım. Onlar da benden uzaktır."( İslam Ansiklobedisi cilt 2)
Özellikle şu hususun altı çizilmelidir ki, hiçbir ehlibeyt mensuplarının itikadı ve İslami düşüncesi bugünkü  “ehlibeyt mektebi” felsefesiyle ile bire bir örtüşmemekte ve sahabe düşmanlığı fikrini taşımamaktadırlar. Bunun aksini iddia eden yalancıdır. İftiracıdır. Şiacıdır.

İmametin Oluşturulmasında Kan Bağı


 


          İMAMETİN OLUŞTURULMASINDA KAN BAĞI 


 Rasulullah vefat edince yerine Hz Ebu Bekir, Hz Ömer, Hz Osman ve Hz Ali Peygamberlerinin halifeleri oldular. Pekiyi, ilk seçimde sürece Hz Ebu Bekir ve HZ Ömer’in müdahalesi olmasaydı, Hz Peygamberin cenazesi başında bulunan Hz Ali’ye halifeliği bırakacakları mıydı? Elbette ki hayır!. Pekiyi Hz Ebu Bekir ya da Ömer Hz Ali nin halife yapılmasını orada teklif etselerdi, kabul görecek miydi? Yine de hayır. Çünkü Ensar'ın, halife tayini konusunda bir araya geldiği mekanda ilk önce muhacirden kimse yoktu. Onlar kendi aralarında bu hakkın kendilerine ait olduğunu iddia ediyor ve konuyu tartışıyorlardı. Daha sonraları Hz Ebu Bekir, Ömer ve diğer muhacir geldikten sonra ki tartışma sürecinde Hz Peygamberimizin “İmamlar Küreyiştendir” hadisinin hatırlatılması üzerine, Ensar ve muhacir Hz Ebu Bekir’in halife olmasına karar vermiştir. Her ne kadar Hz. Ebu Bekir bunu istemese de bu halka onun boynuna takılmıştır.1  Bu planlanmış bir süreç değildi.  Orada yapılan makam mevki paylaşımı değil ümmetin geleceği nin sıkıntıya düşmemesi idi. Şartlar çok kötü gelişmekteyken onlar mevcut çözümü bu şekilde  buldular. Orada Hz. Ali olsaydı sonuç değişir miydi? Onu Allah bilir!. Çünkü bulunulan ortamda  halifelikle ilgili Hz Peygamberimizin  her hangi bir vasiyeti  konuşulmamıştı. Eğer böyle bir vasiyet olsaydı ilk tercih vasiyet üzerine olacaktı. Olmadığı için bu hakkın öncelikli  Ensar'ın mı,  muhacirin mi? Sorusunun cevabını bulmaya yönelikti. Sonuç bu. Bu süreç i akıl oyunlarıyla bulandırmaya çalışmanın kimseye bir faydası yoktur. Ancak fitneye malzeme sağlamaktan başka.


Ama hem sahabenin onay verdiği,  hem de sahabeden biri olan Hz Ali nin, biraz gecikmeli de olsa  onayladığı,  Resullahın halifelerini, ne acı ki, daha sonraları Ali adına reddetilmişdir. Bununla da kalınmayıp, bütün bir tarihi, hadis külliyatını, ve tefsirleri bir ideolojiye dönüştürülen anlayışa göre dizayn edilmiştir. Nasıl mı?


Şia gruplarından bazıları önceleri normal alim bir İmam olarak kabul ettikleri ehlibeyt mensuplarını daha sonraları, aşağıda belirtildiği üzere  safavi  geleneğinin devamı konumuna getirerek söz konusu imamları masumlaştırıp büyük yetkilerle donatmışlardır.  Peygamber torunları, yönetimin baskı ve  zulmüne karşı, kuvvet oluşturma durumlarında zaman zaman bunlarla bir araya gelmiş olsa bile bunların niyetlerini öğrenip ne yapmaya çalıştıklarına şahit oldukça onlardan beri olmuşlardır. Bu kondu gerek Muhammed Bakır gerekse İmam Cafer’in çok açık sözleri mevcuttur.  Bu anlamda imamları kendi yanlarında göremeyen şia, süreçleri masum imamlar adına tamamen kendileri yönetmeye başlamışlardır. Bunun kolaylığı onları şımartmış, imamların fikirlerine bir daha itibar bile etmemişlerdir. Onlar adına hem inanç akideleri oluşturmuş, hem de  mevcut iktidarlarla savaşa girmek istemeyen ehlibeyt mensuplarını, pasifize ederek onun adına iktidarı ele geçirmek için siyasi mücadeleyi yürütmüşlerdir. (Bunları Hz Ali’yi ve ehlibeyti kan bağından ya da ırkiyat den dolayı değil de onları kişisel özelliklerinden ve Hz Peygamberin yakınları olduğundan dolayı seven ve kendilerini şia olarak tanıtanları  bir tutmamak gerek.)  İslami bilgiden yoksun  hissi melankonik bir anlayışla  kendi geleneklerini  İslama yamamak isteyen,  Muhalif siyasi anlayışlarını  dini ayrıcalık haline getiren,  tarih, hadis ve tefsiri bu anlayış üzere kurgulayanları kısaca Şiacı olarak tanımlarsak mesele daha kolay anlaşılacaktır. Çünkü  bunlar çıkarları  uğruna  insanların içini acıtan destanlar ve tarih üretmiş, bu yetmemiş hadis uydurmuşlardır. Senoryalarını doğrulamayan  reddeden Kuran’ın itibarını düşürmek için de  farklı şekillerde Kurana iftiralar atmışlardır.2  Söz konusu kaynaklara bakıldığında dudakları uçuklatacak türde yalanlar iftiralar ve saptırmalar olduğu görülecektir. Bunlar tutmayınca da ayetleri yanlış tevil ederek uydurma yorumların adını İmam sözleri olarak yaymışlardır.


Bizim konumuza esas olan grup hakiki şia değildir. Onlara hiçbir sözümüz yok. Onlar iman ehlidir zaten.


 Kültür ve gelenek ve siyasi ikballerini din ile karıştırarak hakikatlerin önünü yüzlerce yıldan beri kapatan ve uydurma anlayışlardan çıkar sağlayan, farkında olarak ya da olmayarak, İslam bölmeye çalışan, daha kendi içinde birlikteliği sağlayamadan, İslam alemine savaş açan,  zihniyetedir, bütün inananların sözü…


 Şiacılar ilk siyasallaşmaya başladıklarında dışarıya karşı kendilerini saklama ihtiyacı duyarak farklılıklarını saklamışlardır. Kendi taraftarları bu ikiyüzlülüğü hazmedemeyip karşı çıkanca durumu kurtarmak için dine, Takiyye’yi inancını  ilave etmişlerdir.3  İmam Sadık’a nispet edilen “takıyye benim ve atalarımın dinidir! Gibi Hadislerle kurumsallaştırmışlardır. Bu yetmezmiş gibi imamların halk içinde söyledikleri söz ile,  Şiacıların   İmamlar adına söyledikleri aynı konudaki sözlerin  bir birinden farklı olmasını  sorgulayanlara da,  “imamlar halkın içinde Takiyye yaptığı için farklı konuşuyor” diyerek imamları iki yüzlü konuma sokmuşlardır. Bununla ilgili hadisleri Şianın Takiyye Anlayışı mevzuunda anlatılmıştır.  Sonuç olarak, masum insanları yüzyıllardır ürettikleri yalanlarla, imametin masumiyeti ilkesiyle aldatmışlar, fitneyi  her alanda her konumda Takiyye altında  kullanmışlardır.


Bu süreci bütünüyle incelediğinizde bu yapılanmanın uzun vadede ve çok planlı bir şekilde devam ettiğini görürüz.


Hz Hasan’dan sonra imam olarak onun  çocuklarından biri değil de, neden  Hz Hüseyin İmam olmuştur? Eğer, imamlık kardeşten kardeşe geçiyorsa daha sonraları bu süreç neden böyle devam etmemişte, babadan oğula geçmeye başlamıştır!?.  İmamette maksadın biri de imamların devlet başkanı olmasıysa, imam seçiminde buna neden dikkat edilmeyip, Hz Hüseyin’in diğer hanımından olan cesur ve atılgan oğlu Ömer değil de,  kasınıye muharebesinde ölen İran Kralı Yezdicet’in kızı şehrebanu  ile evliliğinden doğan,  yapısı itibariyle yumuşak Zeynel Abidin diye bildiğimiz kişi imamlığa getirilmiştir. Çünkü


Zeynel, eline kıyam için birçok fırsat geçmesine rağmen Şiilerin amacına yönelik kılını kıpırdatmamıştır.  O dönemde Medine halkı Yezit’e isyan ederek bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi.4 Bundan başka İbni Zübeyir, Mekke’de yeni bir devlet kurmuştu.  Dikkate değer başka bir şey ise, Emeviler, Mervan döneminde en zayıf anlarındayken aynı dönemde Irak’ta Muhtar Es-Sekafi tarafından Küfe merkezli güçlü bir Şii devlet teşekkül etmişti.5 Bütün bu fırsatlara karsın Zeynel, kerbela’dan sonra ölünceye dek Medine’den çıkmamış, yönetime en ufak bir isyan girişiminde bulunmamıştır.6 Denilmektedir.
Oysa şia inancında imamların  imametin gereği iktidarın başında olması gerek çünkü devlet ancak onlarla yönetilmelidir. Acaba  Allahın sevgili kulu  Zeynel  bu konuları Şiacılar kadar bilmiyor muydu da,  onların amaçlarına hizmet etmedi! Araştırmalarımın bütünde gördüğüm Hz Zeynel,  önüne bir çok  fırsat geçmesine karşın ne şii devletinin kuruluşunda onların yanında yer almış, ne de kendi başına da siyasi bir eyleme geçmiştir. Siyasi Şiacılarla, imamların bir alakasının olmadığını buradan da anlamak mümkündür. Zeynel, kerbela’dan sonra ölünceye dek Medine’de yönetimin baskı ve  zulmünden fırsat buldukça zamanını, fakirin fukaranın ihtiyaçlarını gidermeye ve ibadete ayırmıştır. Bilmedikleri biri tarafından kapılarına ihtiyaçlarının konan fakirler, ihtiyaçlarının gelmediği gün, Zeynel’in ölüm haberini almalarından sonra yardımı kimin getirdiklerini anlamışlardır. Böylesi takva ehli Allah’ın evliyası Emevilerin zulmüne karşın bile Şiacıların yanında yer almamış ve kendini imam ilan etmemiştir. Çünkü onun imamet anlayışı Şiacıların içini doldurduğu bir anlayışla bir değildi.


Zeynel’in  yönetimden gördüğü sıkıntılarına zerre kadar ilgi göstermeyen Şiacılar, Onun adını kullanarak devlet kurmayı ve yönetmeyi ihmal etmemişler, yönetimin başına da getirmeyi her nedense düşünmemişlerdir. Mesela şii Fatımi devletinin başında hiç bir imam var mıdır?


Eğer imamlık Zeynel’e bizzat ALLAH tarafından verilmiş olsaydı Zeynel, bu fırsatları kullanır, Allahın emrine itaat eder, zulümle başa baş dişe diş mücadele edebilirdi., Ancak Şiacılar tarafından Zeynel’in rakipleri arasından seçilmesinin tek bir sebebi: Hz Muhammet’in değil, son İran şahı Yezdücerd’in torunu olmasıdır. İşte  Safevi  kökenli Şiiler, Zeynel Abidin ve onun çocuklarını mazilerindeki kralın konumuna  koymuş, imamet yetkilerini kralın yetkileriyle örtüştürerek Zerdüştlük geleneğinin devamı haline getirmişlerdir.. Zerdüştlükte  “kralın kararları ve yasaları bizzat tanrının vah yetmesidir. Bundan dolayı memleketin kanunlarının temeli tanrısal bir iradeye dayanır. Bu kanuna karşı gelmek, ilahi iradeye karşı gelmektir”. İmama karşı gelmekte aynen öyledir.  İmamların masumiyeti düşüncesinin Fars diyarında (İran) ortaya çıkışı ile  bugüne değin halen varlığını sürdürmesi, aynı zamanda  Ömer düşmanlığının orada yeşertilmesi tesadüfî değildir. İranın yanında Irak da, eski medeniyetlerin birleştiği bir yer ve Irak'ta Fars ve Keldanî ilimleri ve bu milletlerin medeniyet kalıntıları bulunuyordu. Ayrıca bu ilimlere Yunan felsefesi, Hint düşünce¬si katılmıştı. Bu medeniyet ve düşünceler Irak'ta birbirleriyle yoğruldular. Böylece Irak, îslâm fırkalarının birçoğunun meydana geldi¬ği bir yer olmuştur. İmamet ve yetkilerinin ilhamı bu kültürden geçmedir. Bu ırki yakınlığın dışındaki her hangi bir ehlibeyt mensubu imam olamaz,  kabul da etmezler. Bu böyle söylenmezse de uygulama budur. Neticede bugün 12 imam adı ile tanımlanan kişilerin hepsi bu ananın çocuklarıdır.  Yine onlara göre her dönemde bir imam olmalıdır çünkü örnek aldıkları  zerdüşlükte kral bir tanedir. Yetkilerini kimseyle paylaşmaz.  Ancak,  Zeyd ‘e göre aynı dönemde birden fazla imam olabilir. İmam olan kişi, imamlığını ilan etmesi gerekir. İmam Bakır’a göre babası  Zeynel Abidin bir kere  bile imamlığını ilan etmemiştir. O zaman İmam Zeyd’in görüşünden  babası Zeynel Abidin imam olmadığı ortaya çıkmaktadır. Durum böylesi karışıktır. Bu görüşlerin bir birine uymamasının sebebi İmamlığın önceden tarif edilmiş net ifadesi olmadığıdır. İmametin; Adalet, İlim, takva ve züht’ün hayat haline getirmesiyle kendiliğinden ortaya çıkan bir durum olduğudur.  Yoksa birilerinin imam tayin etmesiye ifadesini bulacak bir olgu değildir.   İmam Zeyd’de  İmam  Muhammed Bakır’ zamanında imamlığını ilan etmiş, zulme baş kaldırmış, savaşı kazanmaya ramak kala kendilerini şia olarak adlandıran  gruplar Zeyd’e Ashap düşmanı olmadığı için ihanet ederek7  Rafizi olmuşlardır.  Yine İmam Cafer zamanında kardeşi  Abdullah  kendini  imam olarak ilan etmiş fakat uzun yaşamamıştır.  Abdullah ve Zeyd’in imamlığını ilan etmesi aslında Şiacıların imamet konusundaki  teorilerinin tamamen uydurma olduğunun da delilidir. Eğer imamet vasiyet yolu ile gelmiş olsaydı böylesi seçkin ilme sahip ehlibeyt mensupları kendi babalarına ya da kardeşlerine karşı imamlık iddiasında bulunmazlardı.  Yine imamet teorisinin İslamla alakası olmadığını, Hz Hasan’ın torunlarından büyük alim Hasan el Müsenna’ şu görüşüyle ifade etmiştir. “ Dedem Hz Peygamber’den yine dedem Hz Ali’ye halifelik konusunda her hangi bir vasiyet olmamıştır”.8
İmamet seçiminin nasıl yapıldığını konusunda tarihe baktığınız zaman, Hz Hüseyin sonra tamamen bir ırkiyata yani Allah resulünün nübüvvet mirasının kan bağı yolu ile geçtiği inancıyla oluşturulan  imamet teorisinin hakikate dönüştürüldüğü  görülmektedir. Ebu talib’in kurtarılma çabaları, Hz İbrahim’in esas babasına  “babası değil amcasıdır”, Çünkü o günlerde amcaya baba denirdi” gibi Kuran metnini  yalan yanlış tevil etmeleri de   bunun bir devamıdır.!
Netice itibariyle Hz Hasan Muaviye ile savaşa girmeden halifeliği devretmesi, Hz Hüseyin’in kıyam ederek şehit olması, Zeynel Abidin’in kıyama girişmeyip bütün ömrünce dua ile geçirmesi (“dua ile kıyam “) İmam Cafer’in siyasete bulaşmayıp ilimle uğraşması, gibi. Diğer imamların hayatlarında öne çıkan davranışları ile  Şiacıların onlara biçtikleri alan birbirine uymayınca bunu da  izah etmek için yeni bir yöntem geliştirmişlerdir.
Masum imamların bu  davranışlarını kafalarına göre yapmadıklarını taraftarlarını ikna etmek için, şu hadisin uydurulduğuna şahit oluyoruz.“   Kuleynî: “Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkındaki vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açtı onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü; savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e verdi....”9  Haşa Allah’tan gelen bu vasiyetten sonra hangi şia bu hususları tartışabilir?  İmamlar adına uydurulup da altına imamlardan her hangi birinin adının konularak   Kuleyni’ nin kitabında yer alan sayısız haberlere kim itiraz edebilir!.?
Kuran’ın, İmamette ırkiyati  ya da kan bağını  değil de, iman’ bağını öne çıkarmasına bunu da apaçık ilan etmesine rağmen,  Kuran’ın gerçeğine değil uydurdukları hadislere ve yalan  yanlış tevillerine itibar etmeye devam etmişlerdir.  Mesela Hz. Nuh’un oğlu iman etmedi ği  için. “ O çocuk Nuh’un çocuğu değildir”.  Diyerek Hz. Nuh’un karısına zinadan peydahladığı iftirasını yaparlar.  Sözün kısası kendi teorilerinin ardında durmak için önlerinde hiçbir engel tanımazlar!. Haşa Kuranı bile!  Kuranda vasiyetle ilgili ayet çıkartılmıştır görüşleri meşhurdur.
Sonuçta bu.  inanç için asıl olan “vasiyet”tir.! Kim ne diyebilir? O zaman sorabilir misiniz, Hz Hasan’ın çocuklarından birisi neden imam olmadı? Zeynel Abidin hayatı boyunca elinde onca fırsat varken, neden kıyam etmedi? ya da kurulan şii devletinin başına neden  geçmedi?!  Çocukken ölen, ancak bakıcıları tarafından  devletçe ödenen parayı almaya devam etmek için öldüğü saklanan, daha sonra bunun açığa çıkması  üzerine,  mağarada kaybolduğu ilan edilerek durumun kurtarılmaya çalışıldığı on ikinci imam hikayesini kim sorgulayabilir?......
Neden imamlar imametin gereğini yerine getirmediler? Sorusuna hazırlanmış cevap,  imamlar kendiyle ilgili vasiyeti açtı baktı orada ne yazıyorsa onu yaşadı!
Farklı bir soru  sorabilir miyiz?
Bu vasiyetten Hz Zeyd’in, Abdullah’ın haberleri  var mıydı?
Galiba yoktu.  Eğer olsaydı  mevcut davranışlarını  sergilemezlerdi.
Görülüyor ki  imamların kim olacağı konusunda uydurulan vasiyet tek başına  sorunu çözmeye yetmemiş! O zaman ne yapmalı? Bu sefer Kuran’a müracaat etmeli. Masum bir imam adıyla konuya uygun bir ayet bulup tevil ettirilip sonuca gidilmesi en doğru yol. Hem bu yöntemle ehlibeyt konusuna da netlik getirilmiş olur!.


İşte Meşhur her derde çare bulan Kuleyni’ nin, El Kâfi’ si. Bu sorunu da çözmüş görünüyor.10
“... Abdurrahim b. Revh el-Kasir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Cafer’e (Muhammed Bâkır): “Peygamber müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar.”11 ayeti kimin hakkında indi?” diye sordum. Buyurdu ki: “Ayet velâyet ve imamet hakkında inmiştir. Bu ayet, Hüseyin’den sonra, onun çocukları arasında uygulamaya konulmuştur. Dolayısıyla biz, imamete ve Resulullah’a, Muhacir ve Ensar’dan oluşan diğer Müslümanlardan daha yakanız.” Dedim ki: “Cafer’in çocuklarının bunda bir payları var mıdır?” “Hayır.” dedi. “Abbas’ın çocuklarının bunda bir payları var mıdır?” diye sordum. “Hayır.” dedi. “Abdulmuttalip oğullarının bütün boylarını saydım.” hepsi için “Hayır.” diye cevap verdi. Bu arada Hasan’ın çocuklarını unuttum. Bir daha yanına girdiğimde: “Hasan’ın çocuklarının bunda bir payı var mıdır?” diye sordum, “Hayır.” dedi. “ALLAH’a yemin ederim ki, ey Abdurrahim! Bizim dışımızda hiçbir Muhammedi’nin bunda bir payı yoktur.”


Peygamberimizin eşleri ve kendi evinde barınan çocuklarını kasteden ehlibeyt kavramından, önce Hz. Muhammet’in eşleri, sonra duruma ve koşullara göre tüm Haşimiler, tüm Ebu Talip soyu çıkartılmıştır. Daha sonra Hz. Ali ve Fatma soyu iyice daraltılarak tek bir kanal yöneltilmiştir.   Haşa zaten Hz. Hasan’ın kabahatli biriydi! İmameti muaviye ye vermekle. Onun soyunu da fazla uzatmadan bitirmek gerek!. En sonunda Hz Hüseyin’in soyu da, ancak İran Şahının kızı vasıtasıyla gelen Zeynel Abidin’in nesli ehlibeyt zümresinin tek temsilcisi olarak kalmıştır.


İşte din böyle kurgulanır. İşte Tarih böyle şekillendirilir. Diğer İslam alemi bu konuda sınıfta kalmıştır!. Ne yapmıştır.  Hadis imamları  sağlam ravilerden  topladıkları  katışıksız rivayetleri,  Şiilerin işlerine yarar ya da yaramaz her hangi bir ayrım  akıllarının ucundan bile geçirmeden kaynaklarına almışlardır. Doğruyu yalandan ayırmışlar ama Şiacılar gibi iyi bir kurgulama yapamamışlar!  Buna rağmen Şiilerin işine yarayan bir işi yapmaktan da  geri kalmamışlar. Yalancı ve koyu şia olarak bilinen kişilerin tarih rivayetlerini kaynaklarına almışlardır.


Sonuç. Şiacılar; siyaseti yürütürken de, din kuralları koyarken de, imamların görüşlerine hiç itibar etmemişlerdir. İşlerine nasıl geldiyse mevcut ortamda durum nasıl kurtarılabiliniyorsa öyle davranmışlar.  Dini yaşam içinde çok güçlü gösterdikleri  “imamet”, onlar için sadece kukla olarak kullanılmıştır.


 


-------------------------------------------------------------------------------------------------
 1Prof Dr. Muhammed Hamidullah “İslam Peygamberi 2.cilt
2 Kuleyni, Kafi, c. 1, s. 339341, Kuleyni, elKafi, c.8 sç125, ElKummi elHısal, s. 83)
Muhsin elKaşi, EsSafi 6. Mukaddime s, etTabersi, elİhticac, s.70, Kuleyni, elKafi, c.2 s.633, EtTabersi, elİhticac, s. 223.) vb
3 Tefsîru’l- Hasen Askerî 162, Usûlu’l-Kâfî 2/219, Kafi c:2 s. 217–219–222)
4 Tarihi, Taberî, c. 7, s. 3 -13;  İbn-i Esir, el kâmil, c. 4, s. 40 -41 ve İbn-i Kesir, el bidaye, c. 8, s. 216;  İbni, Abdirabbih, Ikdu'l-Ferid, c. 4, s. 388)
5 Taberi, Tarih c. 7, s. 100-110; Dineveri, Kitabülahbar s. 290-295; İbni Esir, El-kâmil c. 4, s. 112-116).
6 İbn-i Sa'd-Tabakat c. 5, s. 21
8Ebubekir İbni Arabi’nin el-Avâsım mine'l-Kavâsım kitabı
9 Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevat Mustafa), Tahran? II, 28-29
10 El Kafi, 753 nolu hadis
11 Ahzab 6)


 

Hz Hasan’da Fars Kralı yezdicet’in ikinci kızıyla evlendi mi?





 

 

İmametin İran Şahının kızı Şehribanu’nun çocuklarından olmasının bir tesadüf olmadığı, bunun bir geleneğin devamı olarak düşünülerek planlandığı fikrine bazı Şiiler tarafından kabul edilmek istenmemektedir.  Bunun; zayıf bir rivayet olduğun iddia ederken, yine zayıf bir rivayet ama Hz Hasan da yezdicet’in bir başka kızıyla evlendiği tarih kitaplarında mevcuttur diyerek; “eğer imametin secimi ırkı olsaydı Hz Hasan’ın çocukları da imam olurdu” gibi bir savunma içine girmektedirler. Ancak, bu iddiadan öte bir şey değildir. Hem Hz Hasan’ın söz konusu hanımdan olma bir çocuğunun ismini de verememekteler. Böyle bir çocuk da yoktur. Olsaydı bile, Zerdüştlükte kral bir tanedir. Tanrının yetkileriyle donatılmış kişi kendi gücünü eşit miktarda kimseyle paylaşmaz. O masumdur. Tanrı adına hüküm koyar veya kaldırır. İmamete yüklenen değerler buradan geldiği için, bunun gidişatını kimse bozamaz! Dolayısıyla her dönemde yalnız bir imam olması gerekirdi. Bunu anlayan ve buna isyan eden Hz Zeyd kendi imamlığını resmen ilan etti. Ancak onun imamet anlayışı her nedense Şiacıların Hz Peygamberin güzel nesline yamadığı iftira türünden değildi.  Onda baba dostlarına itham küfür ve iftira yoktu. Onun inancına göre aynı zamanda birden fazla imam olabilirdi. O kıyama kalktı. Zulme başkaldırdı. Etrafında binlerce kişi vardı. Savaşı kazanmaya ramak kalmıştı. O dönemdeki Şiacılar önce onu imam olarak tanıdı.  Sonra Onun HZ Ebubekir ve Hz Ömer hakkında ileri geri konuşmadığını öğrendiler. Buna inanamadılar. Böyle bir şey olamazdı!. Bunu kendi kulaklarıyla duymak istediler ve gelip imama sordular. “Ebubekir ve Ömer’i nasıl bilisin?” diye  O mübarek insan, o Allah dostu onların amacını, ihanetin kokusun anlamıştı. Çünkü ona imamı Azam’da söylemişti. Bunlara güvenilmez. Bunların dedeleri İmam Ali ve Hüseyin’e de aynı ihaneti yapmışlardı.  Uçunda ölümü görmesine rağmen,  onların kendisine ihanet edeceğini bilmesine rağmen,  “Ne babam ne de dedem onlarla ilgili hiç kötü konuşmadı. Bende konuşmam” dedi. Ve yalancılar, korkaklar onu terk etti. Yalnız bıraktılar.  Az bir kuvvetle ölene kadar savaştı ve şehit oldu. Hz Hüseyin’e, Hz Ali’ye ihanet eden Şiacılar bir kez daha gerçek yüzlerini ihanetini gösterdiler. Çünkü bu yapı gerçek anlamda İslamlaşamamıştı. Peşinde koştukları, sonra bırakıp kaçtıkları dava inandıkları bir dava değildi!  Hissi melankolik, bir yapıydı.  Niye terk ettiklerinin delilini de geciktirmeden yazdırlar. Hz Zeyd’in delilini değil de, ona ihanet eden zihniyetin oluşturduğu el yazmalı sahte metinler nasıl deli olarak kabul edilebilir? Bu işin içinden çıkamayan hiçbir konuda aklanamaz.

Haşa, Allah’ın belirlediği bir imam varken, Hz Zeyd, niye ben de imamım, zulme baş kaldıracağım, diye çıktı ortaya?!. Allah’ın belirlediği imamet silsilesinde kendi adı yoktu da, bu emri dinlemeyerek Allah’a isyan mı etti. Sahabeyle ilgili kötü konuşmak Allah’ın bir emriydi de, o neden gereğini yapmadı? Hz Zeyd’e göre imam olan kişi imamım diye ortaya çıkmalıydı. Oysa Muhammed Bakır’a göre, Zeynel Abidin hiçbir zaman ben “imamım” diye ortaya çıkmamıştı. Bu sebepten dolayı Muhammed Bakır;  Zeyd’e senin bu görüşüne göre baban Zeynel Abidin imam değildir diyerek sitemde bulunmuştur.  Sitemi gerektirecek bu sözü onun üçüncü isyanı mıydı? 

Zeynel Abidin’in Allah’ın emri ile imam olduğu tescil edilmişse, o kişi nasıl imam olduğunu söylemez! ? Bu doğru bir şey mi!?

Muhammed Bakır, Hz Zeyd’in imamlığına karşı çıkmamış, yalnız onun bir sözüne itiraz etmişti. O da;  “İmam olan bir kişinin imam olduğunu ilan etmesi gerekir” sözüneydi.

Muhammet Bakır r.a. İmamlar listesinde adı olmayan bir kişiyi(Hz Zeyd’i) nasıl imam olarak kabul edebildi? Bu imametle ilgili emre isyan mıdır?.. 

Sonuç olarak Zeynel Abidin,  Muhammed Bakır, İmam Cafer  ve imam olarak adı anılan  diğer ehlibeyt neslinin, hayat tarzları yaradılışlarındaki kabiliyetleri, mizaçlarına göre yetenekli  oldukları alanda islama hizmet etmiş talebe yetiştirmiş Allah dostlarındandır. Üzücü olan bu insanların içinde olmadığı bir takım bidatlerin içinde anılma gayretleridir. Çünkü her şia grubu bu imamların kendilerini temsil ettiklerini söylemişlerdir. Çünkü ancak onların adlarıyla gelişme sağlayabilmişlerdir.  Ne gariptir ki aynı damardan beslendiklerini söylerken, kendilerinden başkasını doğru kabul etmezler! Bu durumu bilen aydınlanan insanlara küfür etmenizin ne anlamı var küfürbazlığınızdan başka!

Eğer bir şeye inanmışsanız ona delil bulmanız çok kolaydır. Buda’ya inanan milyarı aşkın insan var. Bunlar geri zekâlı değiller elbet. İnandıkları şeylerin delilerini de geliştirmişler. İseviliği yok ederek, Hıristiyanlığı icat edenler İncil’i değiştirerek yeni bir din oluşturmuşlar. Bugün milyarları aşkın inananları var. Onlarda çok çeşitli felsefi metotlarla deliller üretmişlerdir.  Bunlarla ilgili çok örnek verilebilir. Geleneksel dinine inanan ve onun dışında bir doğruya tahammülü olmayan insanlar, kendi ürettiklerine de inanmaya başlıyorlar ne yazık ki. Bu süreci takip edenler Kuran’ı değiştirmeye kalkmış değiştiremeyince ortaya attıkları tezi tutturmak için çok çeşitli deliller üretmişler, Güzel ve güzide insanların adlarını kullanmışlar, onlara yapılan zulmü istismar etmişler, sonra  ürettikleri yalanları reddeden  bir nesle,  sahabeye küfür ve hakaret ederek  pasifize etmeye, insanların gözünden düşürmeye  çalışmışlardır. Tarihte olan budur.

Zaten Şiacıların bütün argümanları önce geçmiş geleneklerinden, yada kendilerini kurutacak  bir hususu dine yamıyorlar. Sonrada ona delil bulmaya çalıyorlar.  Bu çok yanlış bir husustur. Bir konu ile alakalı Kuran’da geçen bütün hususlar toplanır o bütünlük içinde bir meseleye bakılır. Eğer orada acık net bir emir varsa bu imamı gerektirir. Tıpkı namaz, oruç ve zekât gibi. Mesela Şia nın İmanın esaslarından saydığı adalet mevhumu doğru bir sonuçtur. Çünkü Kuran’ın emridir. Asıl olan kişiler, kan bağı, ırkiyat değil Adalettir. Diğer Allah dostları da buna göre hükmeder. Adaleti sağlamaya çalışır. 

Ancak Şiacılar Zeyd’in ve taraftarlarının inançlarına bile müdahale edebilmekte “biz Hz. Zeydi a.s Zeydi inancından uzak görmekteyiz” deme cüretini gösterebilmekteler.

Demek ki bunlar Hz Zeyd’i zeydilerden iyi tanımaktadırlar! Doğrusu  bu aklın kullanılmadığını, akıl tutulmasının yaşandığını gösterir..



ŞİAİ SİYASİYE ‘NİN DİNSELLEŞTİRİLMESİ VE KÖKENLERİ



Şiilik; en geniş ve kapsamlı anlamıyla, hilafet'in Hz. Muhammed (s.a.)'Den sonra ehli beyt ve/veya Hz. Ali'nin soyu kanalıyla yü­rümesi gerektiğine inanan ve itikadı ve fıkhı yaklaşımları bu temele dayandıran bir inanıştır. Bu felsefeye inanan insanlara şia (taraftar) denir.
Bu siyasi gelişimin yani bu teorinin o dönemde dini boyutları hiç yoktu bunlar tamamen sonradan oluşturulmuştur. Önceleri sadece seven ve taraf olan sahabeler vardı. Bu anlamda ilk taraftarı olan sahabe Hz Osman dır. Yani Osman Şiası İslam coğrafyasında görülen ilk şiadır. Ardından Hz Ali yi sevenlere Ali şia sı deniyordu. "Hz. Osman'm şehit edilmesinden sonra Müslümanlar ikiye ayrılmış, biri Hz. Osman'a, diğeri Hz. Ali'ye meylettiklerinden aralarında mücadele ve savaşlar olmuş, Hz. Osman'a,  daha sonraları da onun mensup olduğu Emeviyye sülalesine taraftar olanlara 'Şia-ı Osman, Ali'ye taraftar olanlara da 'Şia-ı Ali'dendi. Daha sonraları ise Şia adı Hz. Ali taraftarlarına verildi".[1]
Rasulüllah'ın zamanında Hz. Ali'yi seven ve meşhur sakîfe hadisesinde onun yanında yer alan huzeyfe b. El-yemân, huzeyme b. Sabit, ebu eyyub el-ensarî, sehl b. Huneyf, osman b. Huneyf, bera b. Azib, übeyy b. Kal), ebu zerr, ammar b. Yasir, mikdad b. Amr, selman-ı farisî gibi önemli sahabele­r bulunmaktaydı. Bu sahabeler Hz Ali’yi Allah için, yiğitliğinden Hz peygamberimizin ona olan sevgisinden, ilminden şahsiyetinden, fakihliğinden dolayı sevmekteydiler. Bu sahabelerden bir kısmı diğer halifeler döneminde devlet yönetiminde valilik görevleri yapmışlar ancak siyasi gelişmelerde Hz Ali nin yanında yer almışlardır. Bu birliktelik,  diğerlerine düşmanlığı beraberinde getirmemiştir asla. Hz Ali’nin vefatından sonra yaşayanlar ise; bir kenara çekilip ilim ve takva ehli olmaya devam edip hizmetlerini sürdürmüşler, bir kısmı da islamın yayılmasında yönetimin yanında yer almış savaşlara katılmışlardır. ( Hz. Eyüp el Ensari gibi).
Organize olmayan bu birlikteliğin içeriğinde herhangi bir dini anlayış söz konusu değilken, kerbela olayı sonra şia lık farklı bir cehreye bürünmeye başlamıştır. Konuyla ilgili  Ruhi Fığlalı,
"Tarihi olaylar göstermektedir ki" İnanç anlamında Şiilik, en erken Hz. Hüseyin'in Kerbelada hunharca şehit edilişinden sonra, siyasi bir temayül olarak kamuoyu oluşturma açısından müsait bir zemine kavuşmaya başlamıştır; çünkü Hz. Hüseyin'in şehit edildiği 61/680 yıllarına gelene kadar, İslam dünyasında yaşayan Müslümanlar, Haricilerin dışında ne Sünni ne de Şii idiler; onlar sadece Müslüman’dılar. İhtilaf, söz konusu şahısların hangisinin daha haklı olduğu meselesi etrafında cereyan ediyordu. En önemlisi, Şiilikten söz edebilmek için zaruri kavramlar olan nass, vasiyet[2] ve imamet fikirleri henüz ortaya çıkışılmamış ve hatta bu fikirler, Hz. Hüseyin'in şahadetinden çok sonraları bile, belli bir zümrede henüz ıstılahı anlamı içinde doğmamıştır"[3]
Kurumsal olmayan yani mezhepleşmeyen şia, bu süreçten sonra uydurulup üretilmeye başlanmış,  uzun bir zaman içinde oluşumu sağlanmıştır.  Ancak şia  aydınları bu konuları inceleme ve irdeleme konusunu gelenekçi yapının tepkisinden çekinerek hiç ele alamadıklarından,  yeni nesiller bu konuları nass hükmünde kabul etmeyi sürdürmüşlerdir.
Ali Şeriati'nin Safevi Şiası kitabı ile Şianın bugünkü anlayışını safevi ırkçılığı üzerine oturtulduğu şekliyle  eleştirerek bu geleneği yıkan kişilerden birisi olmuştur. Yine şia alimlerinden Ali Abdurrazık imamet meselesini dinin dışında seküler bir şey  olarak tanımlamıştır.
Bundan başra   Şia inançlarının usul ve esaslarının Hz Peygamber devrinde belirlendiğine, Şii İsna Aşeriyye  mezhebinin tek hak mezhep olduğunu ve gerçek İslam’ı temsil ettiğine inanan 1979 İran devriminden önceki yıllarda Kerbela’da  Seyyid Muhammed Hasan eş-Şirâzî’nin izinden giden Sünni bir komşusuna “neden Ehli Beyt  mezhebine girmemekte  ısrar ediyorlar!” diye öfkelenen  Ahmet El-Katip, 1979’da İran devrimi olduktan sonra İran’a inen ilk uçağın içerisinde yer almış radikal bir şiidir.  Bu bağlamda  “Hüseyin: Adalet ve Özgürlük mücadelesi”[4]  T el-Huseyn, Kifahun fî Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye , Tecrubetân fi’l-Mukaveme , el-İmam es-Sadık, Muallimu’l-İnsan, Irâk el-Ğad, Irak İslam Devrimi Tecrübesi gibi bir çok eser kaleme almıştır.
İran’da bir yasa ile ilgili tartışma sonucunda Humeyni nin  velayeti fakih sistemiyle[5]  ilgili  yaptığı  açıklamasından sonra  bu konuları derinlemesine inceleme ihtiyacı duymuştur.  Humeyni’nin “velayeti fakih” teorisinden başlayarak  Şianın hafızasını oluşturan  bin küsur yıllık  İmamet ve yönetim teorisinin hemen hemen hepsini   inceledikten sonra
Şia’nın bu konulardaki düşüncelerinin takiyye,  beklenen mehdi ve velayeti fakih teorilerine dayandığı kanaatine ulaştı. Velayeti fakih teorisinin yaklaşık iki yüz yıllık bir zaman dilimi içerisinde oluştuğunu ve ilk kez Safeviler döneminde Ali Abdulâlî el-Kürkî (vf.940/1533) tarafından uygulamaya koyulduğunu, bundan önceki dönemlerde ise Şii dünyada genel olarak “takiyye” ve “kayıp imamı bekleme” teorilerinin yaygın olduğunu fark etti ve her iki teori arasında (beklenen imam ve velayeti fakih) büyük çelişkiler olduğunu gördü.[6] Çünkü küçük gaybet denen ve yaklaşık yetmiş sene süren dönemde Şiiler velayeti fakih yönetimi kurmamışlardı ve bu velayeti fakih sistemini klasik Şii âlimlerinden hiçbirisi dillendirmiyordu.  “beklenen mehdi”, “on iki imam” vb. gibi inançların asılsız olduğu kanaatine ulaştığını ilan etmeden önce Düşüncelerini kime açtıysa bu konulara fazla dalmaması gerektiği söylüyorlardı. Ancak o  bu gerçeğin bilinmesinin birileri tarafından haykırılması gerektiğine de inanmıştı. Düşüncelerinde ısrar ettiği takdirde  Şiacılar (Şiilikten cıklar sağlayan şia din baronları) tarafından“dinden dönmüş”, “kafir”, “mürted” şeklinde damgalanmakla tehdit edilmesine rağmen yine de bildiğinden vazgeçmedi. Ulaştığı gerçekleri “Şia Siyasal Düşüncesinin Gelişimi” adlı kitabıyla  yayınladı.  Ona saldıranlara,  saldırma gerekçelerini ispatlamasını söyledi ancak
El katibi nin  elde ettiği sonuçlara  cevap niteliğinde herhangi bir ilmi çalışma ortaya konulmadı.
O güne kadar inandığı On iki imam inancı üzerine yaptığı onca çalışma yazdığı kitaplara rağmen El katibi “on ikinci imam” ya da  “kayıp imam” diye bir kişinin gerçekten var olup olmadığını sorgulayarak şunları söylemektedir: “Bulunmadığını ve bu oğlun varlığı kabul edilmedikçe imamet düşüncesinin ayakta kalamayacağını, dolayısıyla bu oğlun varlığını kabul etmek veya imamet düşüncesini 1398/1977 yılında Muhammed Kazım el-Kazvînî, Kerbelâ’da parmağını bize doğru sallayıp kendinden emin bir şekilde, beklenen imamın gelmesine on iki sene kaldığını söylemişti. Bu sebeple 1400/1979 yılında Mekke’de mehdinin çıkması ile ilgili haberleri takip ettim. O sene Muhammed b. Abdullah el-Kahtani ve Cuheyman el-Uteybi adlı iki kişi böyle bir girişimde bulundular ve Suud yönetimi Cuheyman ve 71 arkadaşını idam etti… Bunu üzerine İsna Aşeriyye mezhebi din adamları arlarında ihtilaf ettiler ve Şeyh Mufid, Seyyid Murtaza, Numani ve Tusi gibiler açıkça ”İmam Hasan Askerî”nin oğlu var olduğuna dair herhangi bir delil reddetmek arasında özgür olduğumuzu söylediler.”Ahmet el- Katip, 10 asır geçmiş hala 12. imam gelecek; gelmeden devlet kuramıyoruz, hâlbuki dünyada zulüm zulüm üstüne… Yani 12. imam gelene kadar Müslümanlık yaşanmayacak mı?. Bu anlayışın Islamın özüyle bağdaşmadığına dikkat çekerek  on ikinci imamın  tarihte hiçbir zaman  yaşamadığını, böyle bir şahsın efsane, mitoloji olduğunu belirterek bu konuyla ilgili rivayetleri doğrudan inceleyerek ortaya koymuştur. Daha  sonra Ehl-i Beyt’in ilk üç-dört asrında Ehli Beyt çevrelerinde  nass ve vasiyetin değil de şura prensibi egemen olduğunu ana Şii kaynaklara dayanarak göstermiştir. Yani Müslümanların  kendilerini kim yönetecekse  buna kendilerinin  karar vermesi gerektiğini ortaya koymuştur. Ancak, bu gerçeğe tahammülü olmayan bağnaz ve gelenekçi düşünce tek çıkar yol olarak Ahmed el- Katip’i yaşadığı çevrede en ağır itham olarak kabul edilen Sünnileşme ya da gizli Sünni olmakla itham etmişlerdir. Onu kendi dünyalarında yalnız bırakarak o düşüncenin yayılmasının önüne geçemeye çalışmışlardır. On ikinci imam, “düşmanları tarafından öldürülecek diye kayıp oldu” iddiasında bulunanlara karşı Ahmet El- Katip şunları söylemektedir. 
“İşte İran’da Şii devleti kuruldu.  On ikinci İmamın Korkmasını gerektirecek bir şey yok niye çıkmıyor ?”  Demektedir. Artık içine şüphe düşen yazarımız yaptığı araştırmalar sonucunda “beklenen imam” teorisinin kelamcıların ürünü olduğu sonucuna va Ona göre Ehli Beyt imamlarının gerçek anlayışları Şura temellidir. İlahi imamet teorisi ise Kur’an ayetlerinin zorlama tevilleri ile desteklenmektedir. Nitekim hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Şiiler içerisinde çok küçük bir Batıni grup dışında “imamet” teorisini savunan olmamıştır.
El katip’e  tek reddiye yazan Sami el-Bedri nin konuyla ilgili kitabı ile el katip’in kitabı birlikte okunursa  bu konuya merakı olanların konuyu anlaması daha kolay olur. Reddiye kitabını Arapçası olan kardeşler aşağıdaki linten de okuyabilirler.
Kaynaklar:
Müzekkerat Ahmed el-Katib: Siretî el-Fikriyye ve’s-Siyasiyye min Nazariyyeti’l-İmamae,.. ile’ş-Şura, 
Bkz: http://www.alkatib.co.uk/seerati.htm
       http://uk.youtube.com/watch?v=psKtQylsawo
Ahmed el-Katib, Tatavvuru’l-Fikir’s-Siyasi eş-Şi’î mine’ş-Şura ila velayeti’l-Fakîh, Üçüncü baskısının önsözü.
Humeynî, el-Hukumetu’l-İslamiyye, s.51-52
Humeynî, Kitabu’l-Bey’, s.467
Kayhan gazetesi, sayı: 13223, Tarih(Hicri)16 cemaziyülevvel 1408
http://mdarik.islamonline.net/servlet/Satellite?c=ArticleA_C&cid=1256033959592&pagename=Zone-Arabic-MDarik%2FMDALayout#ixzz0k3cNsKZH


[1] Yaşar Kutluay; islam ve Yahudi Mezhepleri, 52-53. Çağatay-Çubukçu tarafından kaleme alınan İslam Mezhepleri Tarihi isimli kitapta da
[2] Kuleynî: “Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkındaki vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açtı onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü; savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e verdi.. Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevat Mustafa), Tahran? II, 28-29
[3] ( E. Ruhi Fığlalı, "Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi", Milletlerarası Taıihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu
[4] el-Huseyn, Kifahun fî Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye” 
[5]“ kendi yönetiminin Allah’ın, Peygamberin ve masum imamların yönetiminden bir parça olduğunu ve ister halk isterse başkası kabul etmiş olsun, ülkenin yararına ters gördüğü her kanunu iptal etmeye, her kanunu geçirmeye hakkı ve yetkisi olduğunu”
[6] Şia Siyasal Düşüncesinin Gelişimi”
iv> � � d v

YALANCI Şİİ RAVİLER VE BUNLARDAN FAYDALANAN İSLAM ALİMLERİ



Hz Peygamberimizden sonra, sahabe arasındaki ihtilaflar, Kerbela hadisesi gibi tarihi olaylar,  yüz sene sonra kaleme alınmıştır. Bu alanlarda kaynak yetersizliği olması nedeniyle Siyer ve İslam tarihçileri hadiseleri nakletmekte olaylara test etmeden çok esnek davranmışlar ve önlerine gelen her bilgiyi, senedin sıhhatine rivayetin yönünü dikkate almadan nakletmişlerdir. Hatta öyle ki, güvenilmez olduklarından hadis rivayetlerine itibar etmedikleri ravilerin, tarih rivayetlerine itibar etmek durumunda kalmışlardır. Söz konusu kişilerin tarihi rivayetlerine  yer vermezsek, eldeki bilgi az olur mantığı ile  ne yazık ki bu kişilerin tarihi rivayetlerine itimat etmek durumunda kalmışlardır. Bu ravilerin kimler olduğu ve  hangi sırada rivayet ettiği hususuna gelince; Sıffın savaşı ile ilgi en çok kaynak gösterilen kişi yalancı olduğu bilinen  Ebu Muhannef azılı bir şiidir.   Sahabe ile ilgili en çok rivayet eden sahabe düşmanı olarak bilinen etrafta yalancılığı ile nam salan Hişam bin Muhammed bin es Saib el Kelbi  yine azılı bir şiidir. [1]  Sahabe konusunu nakleden söz konusu  kişi ile ilgili İslam alimleri; Sahabeler hakkında nakledilen kötü şeyler ve onlara tân teşkil eden hakaretlerin çoğu yalandır. O tür nakillerin tamamı ya yalandır ya da tahrif edilmiştir. Onlara fazladan sözler katılarak ve bir kısım ifadeler de çıkartılarak yalanlar ve hakaretlere dönüşmüştür. Onları Ebu Mihnef Lût bin Yahya, Hişam bin Muhammed bin Said el-Kelbî gibi meşhur yalancılar rivayet etmişlerdir. El-Kelbî bu hususta insanların en yalancısıdır. Kendisi Şii’dir. Babasından o da Ebu Mihnef’ten rivayet eder. Oysa bunların ikisinin de muhaddisler tarafından hadisleri reddedilmiştir ve yalancıdırlar.”[2]             
Yine, Hafız Abdullah Muhammed b. Osman ez-Zehebî,  Munteka adlı eserinde hem Ebu
Mihnef hem el-Kelbi hem de oğlu Hişam için aşağıdakileri derlemiştir.
El-Kelbî ve oğlu Hişam yalancı ve râfizîdirler.
 El-Kelbî hakkında da İbn-i Hibban şöyle diyor: El-Kelbî, Sebeî idi. Onlara göre Ali (r.a.) ölmemiştir. O dünyaya gelip zulümce dolan bu dünyayı adaletle dolduracaktır.
 Tebuzeki, Hemam'dan El-Kelbî'nin: “Ben Sebeîyim” dediğini işittim diyor.
 Buharî: Ebu'n-Nadr el-Kelbîyi, Yahya ve İbn-i Mehdî terk etmişlerdir, dedikten sonra devamla şöyle diyor: Ali, Yahyadan O da Süfyandan naklen Kelbî, Süfyana: “Ebu Salih'ten sana neyi nakletmişsem yalandır” demiştir.
 İbn-i Hibban devamla şöyle diyor: Kelbî'nin dindeki yeri ve açık olan yalancılığı meydandadır. Başka yönlerini anlatmağa gerek yoktur.
 Kelbî, tefsirinde, Ebu Salih'ten O da İbn-i Abbastan rivayet ediyor. Halbuki Ebu Salih İbni Abbas'ı görmediği gibi El-Kelbî de Ebu Salih'ten bir tek harf nakletmemiştir. Bu adamı kitaplarda zikretmek caiz bile değildir. Artık nasıl olur da ondan delil getirilir.
 Ahmet b. Zuheyr, diyor ki, Ahmed b. Hanbel'den Kelbî'nin tefsirini okumanın caiz olup olmadığını sorunca, caiz değildir, cevabını aldım.                                                                                       Yine; Ebu Avane, Kelbînin şöyle dediğini işittim diyor: Cibril vahyi Rasulullah'a(sallallahu aleyhi
ve sellem) yazdırıyordu. Tuvalete gittiğinde, Ali'ye (r.a.) yazdırmağa başladı.
 İbni Maîn şöyle diyor: Yahya b. Ya'la babasından naklen şöyle diyor: Kelbî'ye gider gelir Kur'an okurdum.. Bir gün onun şöyle dediğini işittim: Bana öyle bir hastalık geldi ki ezberlediğimi unutturdu. Sonra Rasulullah'ın yakınlarına gittim. Ağzıma tükürdüler ve hemen unuttuklarımı hatırladım. Ben de ona, vallahi bundan sonra senden hiçbir şey nakletmeyeceğim dedim ve onu terk etim.
 Ebu Muaviye, Kelbî'nin şöyle dediğini işittim diyor: “Kimsenin ezberleyemediğini ben ezberledim. Kur'anı altı veya yedi günde ezberledim. Kimsenin unutmadığını yine ben unuttum, sakalımı tuttum ve tutamdan fazlasını kesmek isterken alt taraftan keseceğime üst taraftan kestim.”

El-Kelbî'nin sahabe hakkındaki eksikliklerle ilgili olarak rivayet ettikleri haberler ikiye ayrılır.
 Birincisi: ya hepsi yalandır. Veya haberleri zemme götürecek kadar tahrif etmiştir. Sahabe hakkında rivayet edilen eksikliklerin çoğu bu tip haberlerin neticesidir. Bu haberlerin çoğunu da yalancılıkla tanınan yalancılar nakletmişlerdir. Ebu Mihnef Lut b. Yahya ve Hişam b. Muhammed b. Es-Sâib el-Kelbî gibi. Bunun içindir ki kendisine reddiye yapılan râfizî, Hişam el-Kelbî'nin eserleriyle delil getirmeye kalkışıyor. Halbuki Hişam insanların en yalancısı olan bir şiîdir. Babasından ve Ebu Mihnef'ten rivayet ediyor ki, her ikisi de terkedilmiş yalancılardır.
 Ahmed b. Hanbel, Hişam el-Kelbî hakkında şöyle diyor: “İlim ve söz sahibi olan bir kimsenin ondan hadis naklettiğini zannetmiyorum.”
 Dârekutnî onun için “Metruktür.” diyor.
 İbn-i Adiy: “Kendisine fazla seminer verdirilen Hişam'ın güvenilecek hiçbir şeyini bilmiyorum. Babası da yalancıdır,” diyor.
 El-Leys ve Süleyman et-Teymî'de: “Hişam yalancıdır,” diyorlar.
 Yahya da hakkında “O bîr şey değildir, yalancı ve değersizdir.” diyor.
İbni Hibban da şöyle diyor: “Hişam el-Kelbî'de yalancılık o kadar açıktır ki diğer vasıflarını ortaya koymaya hacet yoktur.”[3]
           Dolayısıyla bugün bütün İslam dünyasında bu konularla ilgili rivayetlerin büyük bir çoğunluğu bu kişilerden gelmedir. Bu rivayetler acılı tarihin Kerbelanın yaşanmasından yüz yıl sonra  yapılmıştır. HZ Hüseyin’i Kufe’ye davet edip davetlerinin arkasında durmayan ihanet şebekelerinin kerbela sonrası suçluluk duygularını bastırmak vicdanlarını rahatlatmak amacıyla duygusallığın en ileri aşaması kullanarak yaktıkları ağıtların, uydurulan destanların toparlanmasıdır. Bulundukları ortamda kendilerini güçlü kılacak, anlayışların öne çıkartıldığı, eformasyonun en zayıf dönemlerinde en küçük olayların bile çok kolay bir şekilde dezenforma edildiği bir ortamda, dilden dile anlatıldıkça sürekli katmaların yapıldığı ajite edilen  olayların, en az bir asır sonra, sun'i bir tarih kurgulama metodunun, Tarih Kitabına dönüşümüdür. Bütün olayların  merkezine Şiiliğin yerleştirildiği bir anlatım şeklini,  “Şii bakış açısından kaleme alınan bütün eserlerde görmek mümkündür. Öyle ki, özellikle Emeviler devrinde, neredeyse Haşimi muhalefet cephesinde tezahür eden oluşumun büyük bir kısmı sanki Şiilikmiş gibi gösterilmesi bunun açık örneğidir.   İşin en ilginç yönü de geçmişteki olaylarla Şiiliği irtibatlandırabilmek için uydurulan rivayetlerin, büyük bir kısmı, Şii olmayan tarihçilerin pek çoğu; o dönemlerdeki tarih anlayışı çerçevesinde bulabildikleri malzemeyi hiç araştırma yapmadan olduğu gibi hiç tereddüt duyulmaksızın kitaplarına almışlardır. İşte bu yüzden bugün şii olmayan İslam âleminde gerçek tarihi anlama konusunda zengin kaynakları bulunmamaktadır. Şunu da bilmek gerekir ki; Şii tarih kitaplarında bir birine taban tabana zıt olayları görmek mümkündür.” (Prof. Dr. Hasan Onat’ın eserlerinden faydalanılmıştır).
Bu rivayetlerinden daha sonraları Mesudi ile Yakubi nin  yine aynı  konuları kaleme aldığı  Muruc-uz Zeheb  adlı tarih kitabıdır ki yine bu kişiler de  diğerleri gibi  asla güvenilmez, emin olmayan kişilerdir. Bunlardan gelen rivayetler zehirli bir ok gibidir.  Çok dikkat edilmesi gerekir. Yani bu rivayet;  Hz Peygamberin en yakınlarının dostlarının akrabalarının, hanımlarının ve arkadaşlarının bir anda düşmana dönüşümünü sağlayan metinlerdir. Yalan ve uydurma rivayetleri merkeze oturtanlar, bu mealde  yüz binlerce hadis uyduracak, Kuran’a tezat  olan  bu hadislerin gerçekliğini de,  yine Kuran’ı en iyi anlayan kişilere, kendilerine uygun bir metotla  teyit ettirme yoluna gitmişlerdir!.  Kuleyni’nin  El Kafi’sinde olduğu gibi!.. Bazı şii  âlimleri, Kuleyni’nin el-Kâfi’yi İmam Kâim (Mehdi aleyhisselam)’a arzettigi ve İmamın da bu eserin güzel olduğunu belirttiği ve << Sia’mız için kâfidir>>. Dediği inancındadırlar.[4] (Ravdatu’l Cennat sh.533)” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa XI.)  Yani, Kuley’ni, Şiilerce en itibar edilen hadis alimi olarak kabul edilir. Onun derlediği El Kafi’yi, güya kayıp olan yani çocukken bir mağaraya girip oradan kaybolan ve kıyamete yakın bir zamanda mehdi olarak geleceğine inanılan  (Kaim ) e bu kitap sunulmuş. O da bu kitabı okumuş,  onaylanmıştır.  Dolayısıyla hem Allah’ın, hem de Mehdi’nin onayından geçen bu kitap, nas hükmünde olacağından kimse tarafından sorgulanamayacaktır. Bu metotla içinde binlerce yalan ve iftiranın bulunduğu bir kitap masumlaştırılarak sorgulanamaz hale getirilmektedir.
Daha sonraları yukarda isimleri gecen yalancıların rivayetlerinden Taberi, Hafız İbn Asakir, İbn Kesir gibi tarihçiler de daha sonraları söz konusu yalancılardan rivayet toplama ve derleme yoluna gitmişler bunlardan da nakiller alarak,  maalesef ki eserlerine güvenilmez bazı hususları koymuşlardır. Güvenilir kişilerin güvenilmeyen kişilerden zayıf rivayetleri almasının açıklamasını Muinuddin el Hatib bakınız nasıl yapmış?
"Taberi ve onun gibi güvenilir âlimlerin zayıf rivayetleri zikretmedeki durumları bu zamandaki kadıların durumu gibidir. Şöyle ki, onlar bir meseleyi araştırmak istediklerinde, her şeyin kendi kıymetine göre değerlendirileceğine güvenerek bu mesele ile ilgili ellerine ulaşan, delil olabilecek bütün meseleleri bir kısmın zayıf ve değersiz olduklarını bilmelerine rağmen toplarlardı. İşte Taberi ve seleften büyük tarihçiler ilmin bazı meselelerini bazı noktalardan olsan bile kaçırma endişesi ile nakledenin durumunun zayıf olduğunu bildikleri halde nakletmeyi ihmal etmiyorlardı. Ancak, onlar her rivayeti senedi ile birlikte zikrederlerdi ki okuyucu haberin kuvvetliliğini ravilerin sağlamlığından, zayıflığını da ravinin güvenilir olmayıp zayıf olduğundan anlasın. Böylece, emaneti eda ettiklerine ve ellerine ulaşan her şeyi okuyucuların önlerine serdiklerine kanaat ediyorlardı." [5]   
Daha sonra gelen tarihçilerden Suyuti Tarihi Hulefa'sına, Ebul Fida El Muhtasar fi Ahbari'l Beşer adlı eserine, Abdulvahhab en Neccar "El Hulefa ur Raşidun'a ve Şiblenci "Nur'ul Ebsar'ına ve diğerleri başka eserlere sağlam çürük ayırt etmeden bir sürü bilgiyi boca etmişlerdir. Özellikle Nur'ul Ebsar uydurma söz ve hadiselerle doludur.
İbn Esir de aynı şekilde davranmış, sadece bilgileri toplamış ama süzgeçten geçirmemiştir.
İbn-i Kuteybe'nin yazdığı iddia edilen "El İmame ve's Siyase" adlı kitap da bunlardandır. Sahabelerin hiçbirisini bırakmamış ve bütün faziletlerini yıkmış olan bu eserin İbn Kuteybe gibi bir büyük dimağa ait olduğunu düşünmek çok güçtür. İbni kuteybenin bütün eserlerini inceleyenler, söz konusu kitabın İbni Kuteybeye ait olacağı konusuna en basit örneği ile şüphe ile yaklaşmaktadırlar. Büyük bir kısmı da şüphenin ötesinde kesinlikle ibni kuteybe dışında biri yada birileri tarafından tezgahlandığına inanılmaktadır. Çünük ibni kuteybe büyük bir isimdir.  Sahabenin kötülenmesi hususunun inandırıcı olmasını sağlamak için karalama kitabına onun adı verilmiştir.6  Mesela Kadı Ebubekir İbnül Arabî “El Avasım Minel Kavasım kitabında İbn-ül Hacer el Heytemi, Tathîr’ul Cenan’ında bu eseri şiddetle tenkid etmiş ve onun İbn-ül Kuteybe’ye ait olduğuna şüpheyle bakmışlardır. Muhibiddün el Hatip de bu kitabın kötü niyetli birileri tarafından İbnül Kuteybe’ye isnad edildiğini belirtmektedir. “Muhammed Salih Ekinci”

Hadis rivayetlerinde her hangi bir kaçağa izin vermemek için özelikle senetler konusunda gösterdikleri hassasiyetin bir kısmını bile,  tarih ravileri konusunda gösteremeyen alimlerimiz, Tarih konusunda gerekli hassasiyeti gösterip önlerine gelen rivayetleri almamış olsalardı  bugün tarihi geçmiş daha açık ve net anlaşılacaktı. Dolayısıyla bugün tarihle ilgili yaşanan kaosun çoğu görülmeyecekti. Ayrıca, günümüz Müslümanlarının,  dinin kaynakların yorumunu kurgulanan  tarih perspektifinden yapanların oyununa gelmesi engellenmiş olacaktı.! 
Çok şükür ki, tarih kitaplarına yansıyan iftira ve yalanlar dinin asıl kaynaklarına dokunamamıştır. Çok şükür onlar hala dim dik ayakta.

“İmam Malik rahimehul-lah’a Râfızîler(ehlibeyt yanlısı görünüp islama ilaveler yapan, ana mecradan uzaklaştırmaya çalışan ve  fitne cıkaranalar)  soruldu. Dedi ki: “Onlarla konuşma ve onlardan rivâyet etme! Zira onlar yalan söylerler.” Yine İmam Malik dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabına sövenlerin İslam’dan nasibi yoktur.



[1]  Hafız Abdullah Muhammed b. Osman- Ez-Zehebi, Muntaka adlı eseri Fasl-ul Hitap. Muhammed Salih Ekinci
[2] Minhacü’s-Sünne, C:3, S:39)
[3] İbni Kesir’in el-Bidaye ve’n-Nihaye’den alınan  metin kısaltılarak verilmiştir
[4] (Ravdatu’l Cennat sh.533)” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa XI
[5] Muinuddin el Hatib
6 Kadı Ebubekir İbnül Arabî “El Avasım Minel Kavasım kitabı