10 Kasım 2009 Salı

İMAM İMPARATORLUĞU DOĞRU BİR TABİR Mİ?

Meseleye Şiilikte imam imparatorluğunun neden hiç sarsılmıyor sorusunun cevabı ile başlamak gerekirse,şii inancında toplanan verginin beşte birinin imamlara verilmesi hususu ile toplanan zekatın fakirlere doğrudan değilde imamlar vasıtasıyla verilmesi meselesi irdelendiğinde ortaya çıkacağı görülecektir.
Şia toplumlarında fikri ve sosyal gerilmelerin çok olduğu bunun sebebi de mezhep liderlerinin peşine düşüp hiç sorgulama yapmadan sosyal ve manevi hayatlarını düzenlemeyi onlara vermelerinden kaynaklanmaktadır. Tabi bunların içinde farklı olanlarıda söylemek gerek.
Ancak bu liderlerin çoğunluğu “Büyük Kayboluş” tarihinden günümüze kadar, Şiiler’in akıllarındaki fikri bidatı kontrollerinde tutmaktadırlar. Şurası hakikattir ki, bu liderlerin fikirlerinin sınırlı kapalı olması, Humus adı altında Şiilerin mallarından elde ettikleri mali imtiyazlar ve Şiileri kontrollerinde tutacak mutlak güce sahip olduklarını iddia etmeleri gözlerdeki perdenin kaldırılmasını ve Dünya malına tenezzül etmeden vazgeçmelerini engellemiştir. Tarihten günümüze kadar Şiilerin mezhep liderleri kendi cematlerinin uyanmasını engellemiş onlarla alay edercesine oynamışlardır.

Bu hususu daha önce Şii olan bir mazlumun Şiilikten neden kaçtığının ifadesi bizi aydınlatacaktır. Hikayeyi nakleden Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Süleyman Ateş
Alıntı aynen nakledilmiştir.
“Bağdad'da önce şii iken sünni olan bir gencin anlattıklarına ve benim de bizzat Bağdad ve Necef teki müşahedelerime göre şia arasında dini inanç ve tatbikat şöyledir:
1- Dua: Şiaya mensup her fert oturur, kalkar "Ya Ali" ve "Ya eba'l- Hasan al-avnu mink: Ey Hasan'ın babası, yardım sendendir", "Ya eba'li ğays ğisni Ye ya Ali edrikni: Ey yardımcı hana yardım et, ey Ali bana yetiş", "ya hadıra'ş-şeddih ya Eba'I-Hasan Ali: Ey dar zamanlarda yetişen, ey Hasan'ın babası Ali" gibi hitaplarla Hz. Ali'den istimdat ederler. Hz. Ali gibi öteki imamlardan da yardım isterler ve her birine ayrı özellikler verirler. Örneğin: Hz. Hasan'ı ziyaret etmenin vacib ve Beytullah'ı haccetmeğe bedel olduğunu söyler, onun adiyle yapılan duanın kabul edileceğine inanırlar. Ahbas ibn Ali (r.a.) nin delileri ve bunakları iyi ettiğine inanırlar, şifa bulmak için çeşitli yerlerden kabrini ziyarete gelirler', adaklar adarlar. Adağını yerine getirmeyenin başına bela geleceğine, fakir düşeceğine inanırlar. Ziyaret esnasında şöyle yalvarırlar: Ya Eba ra'sal-harr, ya Ebiı'l-Fadl al-Abbas, ya Kamera beni Haşim: Ey sıcak haşın babası, ey Fadl'ın babası Ahbas, ey Haşim oğullarının ayı". İki hasım, gerçeği ispat için Hz. Abbas'ın huzurunda yemin eder. Türbenin önüne oturur, Hak adına Ye onun adına and içerler. Huzurunda yalan yere yemin edenin deli ve bunaklık gibi bir kötülüğe yakalanacağına inanırlar.
İmam Musa Kazım'ı, "İhtiyaçların görüldüğü kapı" diye nitelerler. Onu ziyaret edenin dileği olur, derler. Türbesi, dileklerinin olması için her taraftan gelen ziyaretçilerle dolup taşar. Bu tür inançları orada bulunan görevliler de kuvvetlendirmeğe çalışırlar. Halkın dikkatini çekmek için türbelere özel sıfatlar verirler, onları ziyarete teşvik edici sözler söylerler. Tabii ne kadar ziyaretçi gelse hizmetlinin o kadar yararı vardır. Dileği yerine gelen kimse türbedara ya bir koç, ya da para verir. Adağını ona bırakır .. Orada bulunan hizmetliler, ziyaretçilerden bir şeyler koparabilmek için riyakar, yalaka bir yüzle ziyaretçilerin etrafında dört dönerler. Hatta bazen teberrük için ziyareti makbul olsun
diye ziyaretçiyi türbenin demir parmaklığına bağlarlar. Türbeleri ziyaret etmenin de kendine özgü adabı vardır: Ziyaretçi, de kapıdan eğilerek ve essela mü aleyke ya seyyidi ve ya mcvlaye ya hadıra'ş-şedaid ya Eha'I-IIasan Ali" diyerek girer. Kabre
yaran iç kapıya gelince kapıyı öper, eşiğin sol tarafına geçip eşiği öper, dua eder, dilek diler, kendisini Allah'a yaklaştırmasını, kıyamet gününde kendisine şefaatçi olmasını imamdan ister. Kabe etrafında döner gibi türbenin etrafında döner. Türbenin parmaklıklarına ellerini sürer, öper. Tiirhede namaz kılar. Fakat namazda kabri, arkasına veya yanına değil, önüne alarak kılar. İmamın kendisine imamlık yaptığına inanır. türbenin önünde namaz kılmak caiz değildir. Tabii namaz kılarken öteki ziyaretçiler önünden gelip geçerler. Bir sıkıntı zamanında Hz. Ali'den istimdat ederler. Hz. Ali, sıkıntı ve belaları açan, belaları savan, dar zamanlarda yetişendir. Hasta şifabulmak için, hamile kadın kolay doğrıırmak için Hz. Ali'den yardım ister.
2) Namaz: Şiaya göre secde yalnız temiz toprak üzerine yapılır . En temiz toprak, Kerbela toprağıdır. Onun için secde yerine kerbela çamurundan yapılmış, türbe dedikleri ufak bir şey koyar, onun üzerine secde ederler. Bu türbenin, Hz. Hüseyin 'in kanıyla sulanmış toprak olduğuna inanırlar. Bu aynı zamanda Ca'feriliğin bir sembolüdür. Bunu ceplerinde taşırlar. Şayet Iıu yoksa bir yaprak veya toprak üzerine secde ederler. Bu toprak onlarca mukaddestir, ayakla çiğnenmez. Hatta
bu toprağın hastalıklara şifa olduğuna, acıları dindirdiğine inanırlar. Cemaatle namaz kılarken akıl almaz bir bid'atleri daha vardır: Önde, imamın karşısında büluğa ermemiş hir çocuk oturur, "Allahü ekher" dcr, cemaat namaza başlar. Çocuk "Allahü ekber" der, cemaat rükü ve secdeyc gider. Cemaat, Lu çocuğun verdiği komutlarla namazı
kılar. Yalnız Necef'tc dikkat ettim, cemaat namaz kılarken bu çocuk elleriyle oynuyor, bir şeyler yapıyordu. Ayrıca yazın şiddetli sıcaklarda imamın önünde bir adam durur, yelpaze ile imamı serinletmeğe çalışır. İmamiyye ye göre de namaz beş vakitti •.. Fakat bazı hadislere dayanarak öğle ile ikindiyi; akşamla yatsıyı birlikte kılarlar. "Beş vakit kılmak eftaldir. Fakat iş güç sahiplerine kolaylık olsun diye beş namazı üç vakitte kılmayı tercih ediyoruz" diyorlar.
3) Zekat: Zekat nasıl toplatılır ve dağıtılır? Şiilere göre zekatı bizzat mal sahipleri fakirlere verilmesi caiz değildir. Mal sahibi, zekatını alimlerden birine verecek, o da bunu fakirlere dağıtacaktır. Çünkü alim, fakirleri daha iyi bilir. Irak, Kuveyt, İran, Pakistan, Arap Körfezi emirlikleri ve diğer İslam ülkelerindeki Şiilerden toplanan zekatlar, dağıtılmak üzere Necef'teki şii âlimlerine getirilir. Gelen zekat miktarı, adaletle dağıtılsa, bütün yoksulların önemli ihtiyaçlarını karşılayacak derecede çoktur. Acaba bu paralar fakirlere kayikiyle dağıtılır mı? Hayır. Biraz zekat alıp ihtiyaçlarını karşılamak için gelen fakirler, bu alimler tarafından asık suratla karşılanır ve eli boş döndürülür. Bu paraların çoğu, muhterem şeyhlerin kendi ailelerine ve yakınlarına sarf edilir. Bu alimlerden hangisi. nin evine gitseniz büyük konfor içinde yaşadıklarını görürsünüz. Her evin bir yüzme havuzu vardır. Yazın, kadın erkek, çoluk çocuk burada
yüzerle özel otomobili ,"ardır. Zira muhteremleri yaya camie gidemez, yaya yürümek,
hazretin şerefine yakışmaz. Peki bu köşkleri, arabaları, bu lüks hayatı nereden buldular? Kendi alın teriyle mi kazanıp satın aldılar bunları? Kendilerinin din ticaretinden başka bir sanatları var mı? Hayır. Onlar, gelen zekatleri bu lüks hayatı sürdürürken, zekatın asıl müstahikleri fakirlikten inlemektedirler. İmamlardan sonra Müslümanların halifesi olduklarını iddia eden bu adamlar, neden beytülmalin lambasını, kendi özel işlerinde yakmayan, Müslümanların bir iğnesi dahi kendi zimmetine geçmesin diye titreyen Hz. All gibi hareket etmezler? Zekatı zimmetine geçiren, nasıl imamın halifesi olduğunu iddia edebilir?
Not: Bu sözler, bizzat Bağdat'lı, önce Şii iken sonra sünnı olan gencin
sözleridir? Özetle tercüme edilmiştir.r. Yemeleri, içmeleri gayet lükstür. Her birinin en güzel markadan(Süleyman Ateş İmamiye şiasının tefsir anlayışı 171-

Sonuç olarak imamet mevzuunun Şiilikteki görüntüsü bu! Makul bir anlayışla konuyu masaya yatırırsak

Zaman zaman din çatışması haline bile dönüştüğü görülen bu konu tarihten günümüze sürdürelegelen Sünni şii itilafı, İslam dünyasının içinde bulunduğu şartlar bakımından da çok hayati bir sorunu teşkil etmektedir. Bunun sebeplerinden biri de tarihte olan bitenleri bugün de aynen devam ettirme çabasından kaynaklandığı görülüyor. Oysa tarihte olanlar tarihe maal oldu gitti. Ayrıca bu ayrışma yani mezhep olgusu sadece teolojik ya da kelamı bir olgu değil aynı zamanda siyasi boyutu olan da bir husustur. Meseleye bakarken bir bütün olarak ele alınması gerekir. Yoksa bu siyasi gelişmelerin tartışmaların içine kendimizi bırakırsak eski hastalıkları tekrar hortlatılmasından daha derinden ayrışmanın bölünmenin parçalanmanın etkisinden kurtulamayız.
Burada asıl olan mezhepleri din olarak görülmemesi. Kur’an ve sünnetin ışığında hareket edilmelidir. Tarih bilinmeli ancak referans alınmamalıdır. İslam Dünyası Tarihi meselelerle dini meseleleri ayırt etmek durumundadır. Ayrışmaya sebep olan ortada sadece birtakım rivayetler vardır. Bunların Peygamberimize aidiyeti kesinleşmedikçe bunların din olduğundan söz edemeyiz. Kaldı ki bazı şeylerin Peygamberimize aidiyeti bile yetmiyor, acaba Peygamberimiz bize bunu din olarak mı sundu yoksa o günün ihtiyaçlarına siyasi bir yaklaşım olarak mı sundu? Hangi amaçla sunulduğunun da bilinmesi lazımdır. Yani bizim Usul-i Fıkıh’ta Hz. Peygamber’in tasarruflarını, sözlerini vs. farklı kategorilerde değerlendirdiğimiz gibi bir imamet konusunu peygamber vazetti mi, peygamber genel geçer bir kaide gibi mi söyledi, söyledi mi söylemedi mi? şeklinde değerlendirmeliyiz. Burada ciddi bir metodoloji devreye giriyor. Mütevatir mi, ahad mı, ahad haber kesin bilgi mi ifade eder? Tarih boyunca Şii gelenekte de Sünnilikte de Mutezililerde de muazzam tartışmalar olmuştur. Bir rivayet sana göre sahih bana göre değil ise artık burada dinden söz edemeyiz. Burada yorumdan söz ederiz. Din konusunda zanni bilgi değil kesin bilgi gereklidir. Yakıni bilgi lazımdır; o da Kur’an’dır. Ve Peygamber’in, herkesin üzerinde ittifak ettiği hayatı vardır.
Bilginin doruğa ulaştığı şu günde en somut bir olayı bile, yüzlerce bilim adamları yazar çizerlerin farklı şekilde yansıttığı gözden kaçmamaktadır. Peki, bunların hangisine kimin yorumuna inanacaksın. Tarihteki olaylarda böyle. Kaldı ki o zamanın şartları bugüne göre son derece yetersiz doğru bilgiyi anlama ya da aktarma zorluğu bulunmaktaydı. Pekiyi o zaman bu işin neresinden başlamalı?
Bugün Şiiler çok haklı olarak şu soruyu sorabilirler mesela “Niçin Ehl-i Sünnet uleması Ehl-i Beyt ulemasından hadis almamıştır?”. Bu çok makul ve mantıklı bir soru bu mevzuu hadis bölümünde ele alınmıştı. Bunun yanında Şiilerin hadis külliyatına baktığınızda Sahabeden de yani ehlisünnet den de hadis almadığını görürsünüz. Yani bu tek taraflı bir şey değil. Hatta Şiilerin kullandığı birçok hadisi ve kuran-i yorumu ehlisünnet kaynaklarında bulmak mümkündür. Ama tersini bulmak mümkün değil. Sünni kaynakların Şiilerde tercümesi bile yapılmamaktadır. Yani bura da sen ben olmamalıdır. Birde Şiiler; Sünni olan herkesi Beni Ümeyye, veya Yezid savunuculuğu yapmak durumundaymış gibi bunlarla özdeşleştirerek Yezidi, yanlısı olarak lanse ediyorlar. Bu ön yargıdan çıkmalılar. Bunun asla böyle olmadığını bilmelidirler.
Bu çerçevede şunu söylemek lazımdır ki ister Şia hadis kaynaklarında isterse Sünni hadis kaynaklarında yer alsın bütün rivayetler Kuran ve Hz Peygamberin hayatı çerçevesinde incelenip karar verilmesi gerekir. Tabii bunun sonuca da iki kere iki dört eder neticesinin çıkmayacağı bilinmelidir. Bu bir süreçtir bugünden yarına orta yolu bulmak mümkün değil. Ancak düşmanlığı körükleyecek olan Sünnileri Şiileştirme Şiileri Sünnileştirme çabası içine girmeden kelamı anlayışı mantığı ile tekfir etmeden,objektif aydın ilim adamlarının caba ve samimi gayretleriyle bir yol alınmalıdır.

peygamber ve devlet başkanı olmasına rağmen sürekli istişareyle götürmüştür işleri. Hatta çok haklı olduğundan emin olduğu durumlarda bile, Uhud Savaşı’nda olduğu gibi, alınan kararın yanlışlığından emin olduğu halde sırf istişare sonucuna boyun eğmiş olmak için ‘tamam dışarıda savaşalım’ dedi gençlere. Hz. Peygamber 17–18 konuda istişare yapmıştır. Tamamında istişare sonucuna uygun hareket etmiştir. ‘Hayır, benim dediğim olacak’ diye dayatmamıştır. istişare yapılır ama imam bildiğini okur davranışından uzak Hâlbuki Kur’an’daki böyle değildir. İstişare sonucu bağlayıcıdır; Peygamberimiz bile boyun eğiyor.
Tamam, peygamber soyundan biri gelsin diyelim. Ama kendileri de bunun mantıksızlığını biliyor ki, mesela Ahmet el-Kâtip kitabında şunları anlatıyor: Şia’da 12. imam gelmeden devlet kuramıyorsun. Yasak. Zekât toplayamıyor, cihad yapamıyorsun. Humeyni “12. imam gelmedi diye İslam’ın bu kadar emirleri muallâkta, boşta mı kalacak?” diyor. Onun üzerine Humeyni Irak sürgünü esnasında ve velayet-i fakih nazariyesini geliştiriyor, yani biz 12. imama vekâleten devleti kuralım diyor. Ahmed el-Kâtip bunu daha ileri noktalara götürüyor. Humeyni bile buradaki tersliği görüyor. Yani 10 asır geçmiş hala 12. imam gelecek; gelmeden devlet kuramıyoruz, hâlbuki dunyada zulüm zulüm üstüne… Yani 12. imam gelene kadar Müslümanlık yaşanmayacak. Humeyni’nin zekâsı bu. Ahmed el Kâtip Humeyni çizgisini daha da ileri götürüyor : “Aslında Humeyni’nin teşebbüsüne de gerek yok çünkü 12. imam diye biri yaşamamıştır. Böyle biri tarihte hiçbir zaman olmamıştır. Tam aksine 1–2–3–4. yy.larda Ehl-i Beyt çevrelerinde şura prensibi egemendir. Dolayısıyla biz ona dönelim. Yani mesele şudur: Müslümanlar kendilerini kim yönetecekse kendileri karar versinler. Şura ile ilgili ayetlerin anlamı ‘hepimizi ilgilendiren bir işte kararı da hepimiz ortak alacağız’ demektir diyor Fazlurrahman. Yani bir kişi bildiğini okumayacak. O zaman Şii-Sünni oturup tartışmalıdır.
Onikinci imam mevzunun şiilerin iddia ettiği net bir husus olmadığını bu tarihi sürecin tezatlarla dolu olduğunu gözden kacırmak mümkün değil. Şöyle ki;
Şiacılar Rasulullah'ın vefatından bu yana gelip geçen bütün devlet baskanları, imamlar İdareciler ve Halifeler'in zorba, zâlim ve gayr-i mesru idareci oldukların inanırlar ve on ikinci imamlarının bir müddet sonra geleceğini, Allah da ona, Ebu Bekir, Ömer ve bütün Müslüman halifelerini dirilteceğini, o da onları sorguya çekeceğini, (hasa!) zulmettikleri, gasbettikleri, zorba davrandıkları ve haksızlık ettikleri için onlara kesin cezalar uygulayacağını iddia etmektedirler.
Oysa Şiilerin on ikinci gayb olan imamın dünyaya gelip gelmediği de o kadar kesin değil. Bir rivayete göre yani o zamanın Alevilerinin tuttukları nüfus kütüğüne göre; şianın imameye kolunun ma'sum (!) olan on birinci imamları çocuksuz olarak ölmüştür. Kardeşi Ca'fer, abisinin çocuğu olmadığı için malına ve addet müddeti içerisinde de hanımlarına ve cariyelerine sahip çıkmıştır. Hatta kardesi Ca'fer ile beraber o zamanın ileri gelenleri nezdinde on birinci imam olan Hasan el-Askerinin çocuğu olmadığı sabit olmuştur. İddia ettikleri on ikinci imamları ise tamamen hayali bir şahıstır. Çocuk bırakmadan vefat eden Hasan el-Askeri'ye nispet ettikleri bir yalandır. O zaman Alevileri çocuk doğdukça kaydeden siciller vardı. Hasan el Askeri'ye böyle bir çocuk kaydedilmemiştir. O çağda yasayan Aleviler de Hasan el-Askeri'nin vefat ettiğinde erkek çocuk bıraktığını bilmiyorlar. Hasan el-Askeri çocuksuz olarak vefat edince Imamiyye'nin imamet silsilesi durmuş oldu. Mezheplerinin onun ölümüyle öldüğünü, imamları olmadığı için imamsız kaldıklarını gördüler ve durumu kurtarmak için, tarihin inadına giderek, Hasan el-Askerî'nin bir çocuğu olduğunu, bunun da on küsur asırdan beri bir sirdapta (mağara) saklandığını, halen de hayatta olduğunu, İslâm’daki sârî' halifenin bu çocuk olup, o günden bu güne kadar gelip geçen bütün idarecilerin zül men idareci olduklarını, velayetlerine hakları olmadığı halde Müslümanlardan zorla velayet istediklerini iddia ediyorlar.

Yine yalancılardan olduğu bilinen Beni Nümeyre kölelerinden Muhammed b. Nusayr ortaya Hasan el-Askeri'nin sirdapta (babasının evinde) gizli bir oğlu bulunduğu fikrini ortaya attı ki kendisi ve arkadaşları Şiiler'in halk tabakasından ve zenginlerinden imam adına zekât toplayabilsinler ve böylece de kendilerinin imamiye olduğu iddiasını devam ettirsinler. Bu Muhammed b. Nusayr hayali sirdabın kapısı olmayı hayali imam ile Şiiler arasında zekât toplamak görevini kendisi üstlenmek istedi. Arkadaşları ona muhalefet ettiler ve bab (kapının) Hasan el-Askeri'nin evi yakınında bulunan Hasan Askeri'nin alış veriş yaptığı bir yağcı olmasında ısrar ettiler.

Bu anlaşmazlık baş gösterince Muhammed b. Nusayr onlardan ayrılarak kendisine nispet edilen Nusayriyye mezhebini tesis etti. Arkadaşları ise hayali onikinci imamın evlenmesini ondan çocuklar ve torunlar olması hilesini düşünerek imamlığın devam etmesi ve böylece de İmamiye mezhebinin devamı hilesini düşünüyorlardı. Fakat bunun Alevileri kaydeden görevliler tarafından yalanlanacağı, yalan olduğu ortaya çıkacağı anlaşılınca, bunun Abbasiler ve emirleri tarafından anlaşılacağına kanaat getirince on ikinci imamın sirdapda kaldığını onun "Gaybubeti Suğra" (Küçük kayboluş) ve "Gaybubeti Kübra" (Büyük kayboluş) olmak üzere sirdabda kaldığını iddia ettiler.

Bir başka rivayetde;
Muhammed b. Cerir et-Taberî , Abdulbaki b. Kani ve diğer neseb âlimlerinin ifadelerine göre Hasan b. Ali el-Askeri'nin çocuğu da yoktu.
(İbn-i Cerir et-Taberi H. 302 yılında meydana gelen bir hadiseyi naklederek şöyle diyor: Adamın biri çeşitli hilelerle halife Muktedirin yanına çıkarak kendisinin Muhammed b. Hasan b. Ali b. Musa b. Ca'fer olduğunu iddia ettikten sonra, Ebu Talip oğullarının huzuruna çağrılması için halifeye emrediyor. Bunun üzerine Ebu Talib oğulları başlarında başkanları Ahmed b. Abdissamed-ki İbn-i Tomar diye tanınıyor olmak üzere hazır oluyorlar. Ancak İbni Tomar, Hasan b. Ali el-Askerinin çocuk bırakmadığını söylemesi üzerine Haşini oğulları bağırarak bu adamın halka teşhir edilerek en ağır cezaya çarptırılmasını istediler. Onu bir deveye bindirip tevriye ve arife gününde halka teşhir ettikten sonra hapsettiler. Taberi bu hadiseyi Hasan el-Askerî'nin çocuk bırakmadığına delil olarak zikretmektedir.)
Şiiler hayali on ikinci imamın sîrdab'a (mağara) girdiğinde yaşının iki, üç veya beş olduğuna inanırlar. Oysa bu yaşta bir çocuğun Kur’ân ilmini bütünüyle kavraması, dinde müçtehit olması, islamdan bihaber bir çocuğun imam kabul edilmesi tabiî ki düşünülemez. Sonuç olarak düşünülmese de hikmetin arkasına saklanılarak batılın hak olarak düşünülmesine çıkar bir yol bulunuyor. Çünkü bunun adı inançtır. İnancın desteğine hikmet konunca bütün sular durulurr. Doğruya da yanlışa da hikmet!. Tabi akıl kullanılmaz beyinler birilerine kiraya verilirse, birileri kendi çıkarı uğruna bir şeyleri düşünür bir takım inanç sistemleri oluşturur, ballı bir hikmet lokmasıyla cehalete yutturursa sonuç bundan farklı olmaz. Atalar böyle inanacaksın demişler yoruma ve sorgulamaya ihtiyaç duyulmadan bir sürü uydurma tevillerin desteği ile hurafeler din olarak algılanması sağlanmıştır.
Çünkü bu olgunun altında bir takım çıkar çevreleri ve varlığı buna bağlı olan insanlar var. O yüzden bunlar bu yapının bozulmasını istemez. Eleştirel bir İslami yaklaşımın yeşermesini sürekli gelenekçi kesimler engeller bu her yerde aynıdır. Niçin? Denilirse, Çünkü böyle bir yaklaşım yaygınlaştığı takdirde bu eleştiri alışkanlığını bizatihi imamet geleneğine yöneldiği zaman bu işin başında olanların hayatta kalmaları zorlaşacak. Çünkü eleştirilere, yanlış uygulamalara cevap vermeleri gerekecek… mevcut durum bir anlamda kölelik sistemidir. Çünkü insanları sürü gibi güdülüyor. Bunun bozulması kimin işine gelir? Oysa, insanlar sürecin içinde olsa alınan kararlar istişareyle müştereken, alınsa tabi ki işler değişecek. O zaman saltanat olmayacak.
mezhep olgusu sadece teolojik, kelami bir olgu değil aynı zamanda siyasi boyutu olan bir olgu.




29 Eylül 2009 Salı

Ayrışmayı Gercekleştirmek Adına Şiilerce İslama Sokulan Bidatlar

Şiiliğin islama ilave ettiği bir çok bid'at mevcuttur. Bunlardan bir tanesi de  diğer itikadi anlayıştan farklı bir başka uygulamaladı da hemen hemen hepsinin, namazlarında toprak üzerine secde etmeleridir. Onlara göre namazda secde, ancak toprak veya toprak ürünleri üzerinde olursa caiz sayılmıştır. Bu toprak Hüseyin’in şehit olup pak cesedinin defnedildiği Kerbela toprağıdır. Dikilen ve yenenin üzerinde secde etmek caiz değildir. Şiiler Kerbela gibi belirli bir yerin toprağından uzun, dörtgen, daire şeklinde çeşitli şekiller yaparak bulundukları yerde namaz vakti olunca onun üzerine secde etmeyi emretmişlerdir.
Toprak üzerine secde edenlerin çoğu, bunu öpüp teberrük ediyorlar. Bazı durumlarda da Şii fıkhında toprak yemek haram olmasına rağmen, şifa niyetiyle Kerbelâ toprağının bir parçasını yemektedirler. Bazıları da bu topraktan şekiller meydana getirip ceplerinden taşıyarak yolculuklarında beraberlerinde bulunduruyorlar ve takdis ediyorlar!...
Bunlar diğer İslami fıkraların mescitlerinde namaz kılarken bu görüntüyü vermekten çekinerek takıyye ile amel eder ve toprakları gizlerler. Şiiler alışıla gelen bir adet olarak diğer islami fıkraların camilerindeyken çoğunluğunun tuhaf bakıp alay etmesinden çekinerek, takıyyeyi esas alıp o toprağı gizlemektedirler Şii olmayan birçok kimseler meseleyi karıştırarak bu toprakları Şiilerin secde ettikleri putlar olarak yorumlamışlardır. Bundan başka şii fakihleri, yolcunun İmam Hüseyin’in kabrine on beş arşın uzaklıkta bulunurken, namazı seferi değil tam olarak kılma fetvası vermekten geri durmamışlardır. Resulullah’ın vefatıyla vahyin kesilmesinden sonra da hiçbir eseri bulunmayan bir meselede nasıl böyle ictihad edildiğini anlamak mümkün değildir.
Bu bidat sonradan gelişmiştir. Şerefli Peygamber sav. hiçbir defa Kerbela toprağı üzerine secde etmediği gibi, ne İmam Ali, ne de kendisinden sonra gelen diğer imamlar Kerbela toprağı diye bir toprak üzerine secde etmemişlerdir.
İmamların hususiyeti Allah’ın kitabını ve cedlerinin sünnetini daha iyi anlamış ve bilmiş olmalarına rağmen. Allah’ın kitabında ve Resulü’nün sünnetinde olmayan bir şey hakkında kanun veya hüküm çıkarmadıkları gibi, asla böyle bir iddiada da bulunmamışlardır. Ancak Şia fakihleri imamlar adına bu tür bidatlerin gelişmesine sebep olmuşlardır.
İmtiyazları risaletin gönderildiği ve vahyin indiği evde doğmuş olmaları ve şeriat hükümlerinin babadan oğla intikal etmiş olmasından ibarettir.



28 Eylül 2009 Pazartesi

şiacılar sahabe içinde kamufle olmaya calışan münafıkları neden görmek istemezler?

Münafıgın Suresinin Muhatabı Ashabı Kiram mı?




Eshâb- ı kirâmı“ aleyhimürrıdvân” kötülemek için, vesîka olarak bildirdiğin âyet-i kerîmelerin hepsi, münafıklar için gelmişdir. Bunda, kimsenin şübhesi yokdur. Hattâ, Şî’îler de, böyle olduğunu sözbirliği ile söylemekdedir. Münafıklar için geldikleri bilinen bu âyet-i kerîmeleri, âyetler ilemedh-u senâ edilen Eshâb- ı kirâma“ aleyhimürrıdvan” bulaştırmağa kalkışmak, böylece, O büyükleri lekelemek istemek, adâlete ve insâfa sığmaz. Önceleri, münafıkların sayısı çokdu. Sonra, azalmağa başladı. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, ömr-i şerîfinin sonuna doğru, münafıklar, doğru olan mü’minlerden ayırd edildi. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân suresinin yüz yetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesi ile, Tayyibleri habîslerden ayırt eyledi. Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri, (Ocaktaki ateş, demiri, pislikten ayırdığı gibi, Medîne de, insanların iyisini, kötüsünden ayırıyor) buyurdu. [Ya’nî demircilerin kullandığı ocak, yüksek fırınlar, demirdeki cürûfu, gang denilen kötü maddeleri ayırdığı gibi, Medîne şehri de, insanların kötüsünü iyisinden ayırır buyurdu.] Bunun için münafıkları bildiren âyet-i kerîmeleri Eshâb-ı kirâma yüklemek, nasıl doğru olur? Âl-i İmrân suresinin yüzonuncu ayetinde meâlen, (Siz ümmetlerin en hayrlısı, en iyisi oldunuz) buyuruldu. Bu âyet ile, Allahü teâlânın medh-u senâ buyurduğu kimseler, nasıl olur da, münafıklarla bir tutulur?
Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmı, birçok âyet-i kerîme ile övdü. Tevbe suresinin ellidokuzuncu âyetinin (Havâric) kabîlesinin reîsi (İbni zil Huvaysıra bin Zuheyr) için geldiğini bütün tefsîrler yazıyor. Bu âyet-i kerîmeyi Sahâbe- i kirâma“ rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yüklemek, ilm adamına yakışmaz. Buhârî-yi şerîf kitâbında, bunu açıklayan yazıları burada söylemek yerinde olur. EbûSa’îd-i Hudrî“ radıyallahü anh” diyor ki, Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin yanında idim. Mubârek nurlu yüzünü görmekle lezzet alıyordum. Kendisi, Huneyn gazâsında kâfirlerden alınan ganîmet mallarını dağıtıyordu. Benî Temîm aşîretinden Huvaysıra kapıdan içeri girdi. (Yâ Resûlallah! Adâleti gözet!) dedi. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” (Sana yazıklar olsun! Ben adâlet yapmazsam, kim yapar? Adalet üzere olmasaydım, çok zarar ederdin!) buyurdu. O sırada, Eshâb-ı kirâmdan Ömer-ül- Fârûk “radıyallahü anh” ayağa kalkıp, (Şu câhili öldürmeğe müsâade buyur) dedi. (Bırakınız! Çünki, bu adamın arkadaşları vardır. Sizin gibi nemâz kılarlar. Sizinle birlikde oruc tutarlar, Kur’ân- ı kerîm okurlar ise de, Allahü teâlânın kelâmı boğazlarından aşağı inmez. Bunlar, ok yaydan çıkdığı gibi, dinden dışarı çıkarlar. Okuna ve hedefe ve şişeye bakınca, hiçbirini göremez. Hâlbuki, ok şişeye varmış, delmiş, kanı akıtmışdır. Bunların içinde bir kimse olacakdır ki, rengi siyâhdır. İki kolundan biri hayvan memesi gibidir. Durmadan damlar) buyurdu. EbûSâ’id- i Hudrî diyor ki, hazret-i Alî“ radıyallahü anhümâ” halîfe iken, hâricîlerle muhârebe etdi. Esîrler arasında, böyle bir adam gördük. Tam, Resûlullah efendimizin bildirdiği gibi idi. Buâyet- i kerîmenin inmesine sebeb, münafıklardan Ebülhavât adında birisinin (Ey arkadaşlar! Sâhibinize niçin bakmıyorsunuz! Size mahsûs olan eşyâyı, koyun çobanlarına vererek adâlet yapdığını göstermek istiyor) demesidir denildi.
Mücadele suresinin sekizinci âyeti de, yehûdîler ve münafıklar için inmişdir. Çünki bunlar, mü’minlerden gizli olarak, aralarında toplanır ve göz, kaş işâretleri ile, Eshâb- ı kirâmı aldatmağa çalışırlardı. Mü’minler, bunların başlarına ağır bir felâket geldiğini, acılarını kimseye duyurmamak için gizli konuşduklarını sanarak bunlara acırlardı. Fekat, böyle gizli konuşmaların uzun zemân sürmesi, bunların içlerini ortaya çıkardı. Eshâb-ı kirâm“ aleyhimürrıdvân”, kötü niyyet ile yapılan bu gizli toplantılara son verilmesi için, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize şikâyet etdiler. Böyle toplantılara son verilmesini emr buyurdu. Fekat, münafıklar dinlemedi, hiyânetlerine devam etdiler. Bunun üzerine, Mücadelee suresinin sekizinci ayetinde, meâlen (Gizli toplantı yapmaları yasak edilenleri görmedin mi? Bunlar, yasak edildiği hâlde, yine gizli toplandılar. Günâh, düşmanlık ve Resûlullaha karşılık için toplanıyorlar) buyuruldu. Bunların yasak emrini dinlemeyip, yine toplanmaları, Resûlullaha karşı gelmekdir.
Mücadelee suresinin sekizinci ayetinde meâlen, (Sana selâm verdikleri zemân, Allahü teâlânın, seni selâmladığı gibi vermiyorlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmede yehûdîler azarlanmakdadır. Yehûdîler, Resûlullahın yanına geldikleri zemân, (Size selâm olsun) yerine, (Size sam olsun) derlerdi. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” de (Size de olsun!) buyururdu. Emin olmak, korkusuz olmak demek olan selâm yerine, ölüm demek olan sam derlerdi. Böylece, yaratılmışların, geçmiş, gelecek bütün insanların en üstünü olan Fahr- i kâinâtı aldatacaklarını sanırlardı. Kendisinden ayrıldıkdan sonra, aldatdıklarını, eğer gerçekden Peygamber olsaydı, bu kötülüklerinden dolayı, kendilerine azâb gelmesi lâzım olduğunu söylerlerdi. Bunun içindir ki, bu âyetin sonunda, (Hesâblarının sonu Cehennem azâbıdır) buyuruldu. (Buhârî) kitâbında diyor ki, yehûdîler, Peygamberimiz“ sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin huzûruna geldikleri zemân, kötü âdetlerine göre, şübheli, bozuk selâmlarını söylerlerdi. Âişe “radıyallahü anhâ” bunu anlayıp öfkelendi. Resûlullah efendimiz, öfkelenmenin yeri olmadığını, (Size de olsun!) dediğini, düâsının kabûl buyurulduğunu söyledi.
Münâfıkûn suresinin birinci ayetinde, (Münafıklar, sana geldiği zemân) kelâmı, Abdüllah bin Selûl ve arkadaşlarını göstermekdedir. Eshâb-ı kirâm ile hiçbir alâkası yokdur.
Muhammed suresinin onaltıncı ayetinde meâlen, (Onlardan, seni dinleyenler, yanından çıkdıkları zemân...) buyuruldu. Bu âyet- i kerîme de, münafıklar için gelmişdir. Münafıklar, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında bulunup, sözlerini işitirler ise de, anlamak istemezlerdi. İmâm-ı Mukâtil [Belhlidir. 150 de Basrada vefât etdi.] tefsîrinde diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hutbede, münafıklara nasîhat verirken, onlar anlamamazlıkdan gelerek, Abdüllah ibni Abbâsdan sorarlar, (Bu ne demek istiyor) derlerdi. Abdüllah ibni Abbas “radıyallahü anhümâ” ba’zan bana sorarlardı diye, bunu haber veriyor. Adalet sâhibi olan Allahü teâlâ, sâdık olan, canla başla hizmet eden mü’minleri, münafıklardan ayırarak, Muhammed suresinin onaltıncı âyetini gönderdi. Bu ayet-i kerîmede meâlen,( Onların kalblerini Allahü teâlâ mühürledi...) buyuruldu. Eshâb- ı kiramı da, bundan sonraki ayet-i kerimede hidayet ve necat ile müjdeledi. Sa’îd bin Cübeyr“ radıyallahü anh” diyor ki, Muhammed suresinin yirminci ayetinin,( Kalblerinde hastalık olanları gördün) meali, münafıkları açıkça göstermekdedir. Çünki, üç dürlü kalb vardır: Biri, mü’minin kalbidir. Temiz ve sevgi ile Allahü teâlâya bağlıdır. İkincisi kâsî ve ölü kalbdir. Kimseye acımaz... Üçüncüsü, hasta olan gönüldür. Hastalık, münafıklık hastalığıdır. Allahü teâlâ, bu üç kalbi de, Hac suresinin ellibirinci ayetinde bildiriyor. Bu üçden, ikisi azâbdadır. Biri, kurtulucudur. Mü’minin kalbi selîmdir. Allahü teâlâ,kalb- i selîmi medh ve senâ buyuruyor. Şü’arâ suresinin seksensekizinci ayetinde meâlen, (O gün, mal ve çocuklar fâide vermez. Yalnız, kalb- i selîm ile gelen fâidelenir) buyuruldu.
Benî Anber kabîlesi kâfir idi. Bunları, Eshâb- ı kirâm hazretlerinin sırasına koymak, akl ile de, ilm ile de pek yanlışdır.
Bedr gazasına gelince, sizin de, bizim de, kitâblarımızda açıkça bildirildiği üzere, Enfâl suresinin birinci ayetinde bildirildiği gibidir.
Huneyn gazvesindeki dağılmak da, kaçmak değildir. Bir tedbir, bir harb oyunu idi. Her savaşda, ilerleme olduğu gibi, ba’zan çekilme de olur. Bununla beraber, bu dağılanlar, Eshâb-ı kiramın büyükleri değildi. Birkaç ay önce, Mekkenin fethinde, âzâd edilmiş olan esirlerdi. Sonunun zafer olacağı belli idi. Hattâ bu çekilmenin zafere yol açdığı, Tevbe suresinin yirmiyedinci âyetinin, (Sonra, Resûlüne ve mü’minlere sekîne indirdi) meâl- i şerîfi ile bildirilmekdedir. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” bunu bildiği için, o gün dağılanlara, sonra hiçbirşey söylemedi. Hiçbirine darılmadı. Bizim dil uzatmamız, doğru olur mu? Şî’î fırkasının âlimlerinden Ebülkâsım şî’înin (Kitâbüşşerâyı’) risâlesinde (Ölüm ve helâk tehlükesi olduğu zemân muhârebeden kaçmak câizdir) denildiğine göre, Huneyn gazâsında çekilen Eshâba“ radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” dil uzatmamak lâzım gelmez mi?
Uhud gazasındaki firâr ise, yasak edilmeden önce idi. Allaha teâlânın bunları afv buyurduğu, Âl-i İmrân suresinin yüzellibeşinci ayetinde bildirilmektedir.
Âl- i İmrân suresinin yüzelliüçüncü âyet- i kerîmesinden önceki( Allahü teâlâ, sizi afv etti) meâlindeki müjdenin, bu sonraki âyete bağlı bulunduğunu her tefsîr bildirmektedir.
Tevbe suresinin otuzdokuzuncu ayetinde mealen,( Ey iman edenler! Cihada gidiniz denildiği zaman, size ne oldu?) buyruldu. Bu meâl, Eshâb- ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kötülemek, azarlamak değildir. Gevşek davrandıkları, kendilerine haber verilmekdedir. Hepsine bildirilmekdedir. Bunların arasından hazret-i Ali’nin “radıyallahü anh” ayırd edileceği bildirilmemişdir.”
Söz konusu kitabın tamamı internet sayfalarından bulunabilir. İbret verici bir kitaptır. Bunların kaç yüzlü olduğunu bu kitapdanda görebilirsiniz. Kitabın Adı “Hucceci Katiye”
Sahabe hayatı incelendiğinde ashabın büyük bir çoğunluğu fitnelerden uzak kaldığını görürsünüz. Bu konu ile ilgili Ebu Eyyub es-Sicistânî, İbn-i Sîrin'in :
“Fitne şiddetlendiğinde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı onbin kişi civarındaydı. Bu fitneye yüz kişi katılmamıştır. Belki de otuz kişiyi bulmamıştır.” dediğini naklediyor. Bunu yaşadığı bölgede takvasıyla tanınan ve övülen Muhammed b. Sîrin söylüyor. Mansur b. Abdurrahman, Şa'bî'nin şöyle dediğini naklediyor:
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabından Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr'den başka hiç kimse Cemel Vakası'na katılmamıştır. Beşincisini isbat edebilirlerse ben yalancıyım.” Dediği görülmektedir. . Abdurrahman b. Ebi Leyla:
“Bedir'e katılan yetmiş kişi Sıffin olayına katılmıştır.” Demesi üzerine Şube'de:
“Vallahi yalan söylüyor” demiştir. Şu'be devamla şöyle diyor:
Ben ve El-Hakem b. Uteybe el-Kufî bu konuyu araştırdık. Huzeyme b. Sabit'den başka Bedir ehlinden hiç kimsenin sıffine katılmadığını tesbit ettik.” Bu da Sıffine katılan ashabın çok az olduklarına delalet ediyor.

Bu konu ile alakalı son söz şu söylenebilir sahabenin yüceliklerinde şüphe etmek Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ve İslâm’ın, kemalinden şüphe etmekten başka bir şey değildir. Bunun başka bir şey ile izahı yoktur.





Tarihten bugüne şianın inanç esaslarındaki değişme

Şiilerin Büyük Kayboluş dediği olayın ardından imamsız kalan sürecin başlamasıyla büyük bir hızla islamı akideleri değiştirdikleri bilinen gerceklerden biridir. Bunların sayısı küçümsenemeyecek kadar fazladır. Bunlardan bir tanesi de Ezana ilave ettikleri bidattır. Bu ilaveyi kendi fakihlerinden bir çoğu doğru bulmasa da bu tepki etkili olmamış şii toplumlarında kalıcı olmaya yüz tutmuştur. Bu bidatın yanlışlığı ile alakalı Hicri Beşinci Asr’ın büyük İmamiye Şii alimlerinden olan Seyyid Murtaa, namazlar için okunan ezanlarda “Eşhedü Enne Alliyyen Veliyullah!.” diyen haram bir iş yapmış olur diyor. Bu üçüncü şahadet namaz ezanlarına büyük kayboluştan sonra girmiş fakat şii mezhebinde bir akide haline getirilmesi Şah İsmail’in zamanında olmuştur. O, İran’ı Şiileştirip namaz ezanlarında ve minarelerden üçüncü şahadeti de seslendirmeleri için, müezzinlere emir vermiştir. Böylece İmam Ali’ye Hilafet meselesinde Resulullah’tan sonraki sabit makam verilmiştir. O günden bugüne, Dünya’daki Şii mescidleri Safevi şahının geliştirdiği ve genişlettiği usul üzere yürüyor. Dünya’nın hiçbir yerinde bir tek Şii camii bundan müstesna değildir!
Ezana bu ilavenin hicri Dördüncü Asır’dan sonra meydana geldiğini söyleyen şii fakihleri kes,n ve tam olarak rey birliğiyle bunu kabul ederler ve eğer İmam Ali sağ olsaydı ve adının namazlardaki ezanlarda okunduğunu duysaydı, bunu okuyana şer’i cezayı tatbik ederdi neticesine yine kendileri rey birliğiyle onaylamaktadırlar. Yine kalpleri kararan şii fakihleri ve cahilleri bu hakikati gören ve bu bi’data karşı çıkan bir kısım hocayı Şiilik’ten ayrılmakla itham ederek avam ve cahillere karşı onları müdafaasız bıraktılar.
İslam şiarını Şiilik şiarının önüne çıkartan bu cahillere göre üçüncü şehadet namazdan bir parça olmadığına göre, namazı bozmaz, bu itibarla Ezan’a üçüncü şehadeti de almak da bir beis yoktur!. Oysa Ezan, Resulullah’ın kabul ettiği bir sıygadır. O eksiltmek veya artırılması caiz olmayan tevkıyfi bir sünnettir. İlave edilecek kelimelerde doğruluk ve gerçeklik olsa da caiz olmaz!..
Bu zihniyet, ürettikleri her bidate karşılık bir gerekce üretme fikrini burada da göstermişler Halife Ömer Bin Hattab’ın da ezandan “Hayalla’l-hayr-ül-amel”i çıkartarak yerine “es-Salat-u hayrun min’en-nevm”i getirdiğini iddia etmektedirler. Eğer gerçekten böyle olmuş olsaydı İmam Ali Hilafet’i zamanında bunu kabul etmeyip tekrar eski haline döndürmez miydi? Yine bu iddiaları Hz Ali’ye farkında olmadan yaptıkları bir iftira olmaz mı?



şia şii ve şiacılar kimlere denilmektedir?

Şii inancında inanılan bazı hususların yorumu ve uygulanması Kuran’a ters olmasına rağmen buna dokunulmaması ve ısrarla uygulanmasının nedenleri incelendiğinde çok ilginç sonuçlarla karşılaşmak mümkündür. Bu hususların detayına inilmesi halinde bu çalışma amacının dışına çıkacağından bir iki örnek vermekte sanırım yeterli olacaktır. Kaldı ki çalışmanın bütününe bakıldığında islama uymayan tezat teşkil eden bir sürü akide görmek zaten mümkündür. Asıl konumuza dönüp örneklendirirsek; zenginlerin yada zekat verme gücü bulunanların zekatlarını doğrudan ihtiyaç sahiplerine vermesinin önüne geçilerek bu zekatların imamlarda toplanması ve imamlar aracılığı ile ihtiyaç sahiplerine dağıtımı konusu ile devlete toplanan verginin beşte birinin yine imamların kasasında toplanması hususudur ki bu hususlar milyonlarca fakiri mağdur etmenin bir yöntemidir. Bu kuralı akide haline getiren şii imamlarının bundan çıkarları nedir? İşte burada bu işi organize olarak yürütenlerin şia olması mümkün değildir. Bunlara ancak “Şiacı” denir. Çünkü bunlar toplum önderleridir. Toplumda sözleri dinlenir saygı gösterilir. Din ve dünyevi işlerde bütün doğruların bilindiği merkez kabul edilirler. Ancak, onlar doğruları saptırarak çıkar sağlarlar. Bunlar tarih boyu hep olagelmişlerdir. Şia nın masum duyguların sömürmüş onların hep bu yanlışlarda kalmasını sağlamışlardır. Bunlar “ŞİACI” lardır. Tabii buradaki muhatap çıkar çevreleridir. Peki, çıkar sağlamayan ama gerçekleri de söyleyemeyene ne demeli! Onlar hele bir konuşsunda görsünler halini!
Kur’an-ı Kerim’ Enfa birinci ayetinde
“Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aiddir.” Demektedir. Şii imamlarının bu konuyu yorumlama şekline bir bakalım.
Hicretin altıncı asrında İmamiye alimlerinin ileri gelenlerinden Fazl Bin Hasan el-Tabarsi, bu ayeti kerimeyi tefsir ederken şöyle diyor:
“Alimler Beşte bir’in paylaşılması şekli ve kimlerin hakkı olduğuna dair çeşitli görüşlere ayrıdırlar. Bunlardan biri -ki mezhebimizin görüşü de budur- beşte biri altı hisseye ayırıyor bir hisse Allah’ın, bir hisse Resul’ün sav. Bu iki hisse, yakınların hissesi ile birlikte Resulullah’ın yerine kaim olan İmam’a verilir. Bir hisse Ehlibeyt yetimlerine, yoksullarına, bir hissede bunlardan yolda parasız kalanlara verilir, başkalarına da verilmez. Zira Cenab-ı Allah onlara, insanların kiri olan sadakayı haram kılmış ve yerine Beşte bir’i göstermiştir… Mezhep âlimlerimize göre Beşte bir insanoğlunun kazançtan, ticaretten, kazılardan, madenlerden, denizden ve kitaplarda zikredilen ve bu ayet delaletiyle bilinmesi mümkün olan diğer hususlardan elde ettiği kardan da alınır.”
Ganimeti kar olarak tarif etmeyi ancak, Şia âlimlerinde görüyoruz. Hâlbuki Beşte bir’in sadece savaş ganimetleri ile alakalı olduğu ve kazanç karlarıyla alakalı olmadığı açık ve sarihtir. Beşte bir’in kazanç karları hususunda geçerli olmadığını en bariz ve kati delili, Resulullah’ın ve kendisinden sonra İmam Ali dahil Raşid Halifeler’in ve hatta Şii imamların siyretdir. Şerefli Peygamber’in siyretini yazan siyer sahipleri O’nun her davranışını emir ve yasaklarını aynen nakletmişler, fakat kazanç karlarının Beştebir’ini toplamak üzere Medine’ye tahsildar gönderdiğini hiçbir yerde zikretmemişlerdir. Halbuki aynı siyer kitaplarında Müslümanlar’ın mallarından zekat toplamak üzere, Resulullah’ın gönderdiği tahsildarların adları bile tek tek yazılıdır. Böylece, İmam Ali dahil, Raşid Halifeler’in hayat tarihini yazanlar, hiçbir yerde, bunlardan birinin kazanç karlarının Beştebir’ini istediğini yada beştebir’i almak üzere tahsildarlar gönderdiğini yazmamaktadır. İmam Ali’nin Küfe’deki hayatı açıktır. İmam’ın halktan Beştebir’i almak üzere Küfe çarsına tahsildarlar gönderdiği veya emri altındaki o kadar geniş İslam diyarında valilerine halktan beştebir toplayarak Küfe’ye göndermeleri istediği de olmamıştır. Ayrıca, İmamlar’ın hayatıyla ilgili kitapların hiçbirisinde bu imamların halktan Beştebir istedikleri veya Beştebir adı altında bir kimsenin kendilerine mal verdiği yazılı değildir.
Az önce de belirttiğimiz gibi bu bidat, Şii toplumlarda hicretin 5. yüzyılının sonlarına doğru zuhur etmiştir. Büyük Kayboluş’tan başlayarak Beşinci Asr’ın sonlarına kadar geçen bir zaman içinde yazılan Şii fıkıh kitaplarında Humus (beştebir) diye bir kısma rastlanmadığı gibi, Beştebir’in hem ganimetleri hem de kazanç kârlarını içine alacağına dair bir işarette yoktur. Necef’te dini medresesinin kurucusu ve hicri Beşinci Asr’ın başlarında Şiiler’in en büyük fıkıh alimlerinde sayılan Muhammed Bin Hasan et-Tusi, fıkhi meselelerde ne küçük nede büyük bir mesele bırakmayıp hepsini dev kitaplarına aldığı halde, bilinen kitaplarında bu husustan hiç söz etmediler.
Bu bidat ortaya atılırken, Abbasi Hilifeleri ve o zamanın hükümdarları Ehlibeyt Mezhebi’nin meşru olduğunu kabul etmiyor ve onlardan alim olanlara geçimlerini sağlayacak maaş bağlamıyorlardı. Aynı zamanda diğer mezhep alimlerinin de durumu iyi değildi. O tarihe kadar, Şiiler de mezhebi manada birbiriyle dayanışma halinde olmadıklarından, alimlerin geçim masrafları karşılanamıyordu. Şia fakihlerinin ve Şii ilim talebelerinin uykusunu kaçıran mali sıkıntıya en iyi çare ganimeti kazanç Kârı olarak tefsir etmekti. Ancak bu demek değildi ki; Şiiler fakihlerinin ve dini ilim tahsil etmekte olan talebelerinin geçimini sağlamaya yardımcı olmadılar. Mesela Şiiliğin beşiği olan Irak’ta hicretin 5. Yüzyılı’nda Şiilerce hayır işleri için vakfedilen bir sürü mal, bina ve arazi vardı. Bu bidat uydurulduktan sonra, Şiileri devamlı bağlı tutmak için sıkı hükümler ilave edildi. Bu meyan da Şiilerin Beşte bir’i mutlaka ödemeleri için zorlayıcı hükümler koymaları gerekiyordu. O da ancak korkutmakla olabilirdi. Vergi ödemek, her asırda her yerde, kültür, demokrasi ve serbestlik seviyeleri ne kadar gelişirse gelişsin, toplumda halkı rahatsız eder.
Şii fakihleri, kazanç kârlarından Beşte bir’i insanların kendi, arzularıyla ödemelerini sağlayacak bir güce sahip olmadıkları için, İmam’ın hakkını ödemeyenin ilelebet cehennemde yanacağı, Beşte bir’i ödemeyenin evinde namaz veya yemeğinden yenemeyeceği gibi sert hükümler ilave etmişlerdir. Şii fakihleri ayrıca kaybolan İmam’ın hakkı sayılan Beşte bir’in İmam’ı temsil eden müctehid ve fakihlere verileceğine dair fetvalar yayınladılar. Böylece bu bidat Şii toplumlara yayılarak her yerde ve her zaman Şiilerin mallarını silmiş süpürmüştür. Günümüze kadar birçok Şiiler bu vergiyi kendi dini mercilerine teslim ederler. Zavallılar, hocasının önünde diz çökerek elini öper ve bu hoca İmam’ın hakkını kabul buyurdu diye sevinirler.
Asrının en tanınmış alimlerinde olup Erdebilli Mukaddes lakabıyla şöhret kazanan Ahmet Erdebili dahil Şia’nın bir çok fakihleri, Büyük kayboluş devrinde Beştebir’i olduğu gibi bırakıp başka yerlere sarf edilmesinin caiz olmadığına dair fetvalar verirken, diğer bazılar da İmam Mehdi’ye atfedilen “Taraftarlarımıza Beşte bir’i mubah kıldık” rivayetine dayanarak Beşte bir’in sakıt olduğu hakkında fetva verdiler.
Ancak Şia fakihlerinin ekseriyeti azınlığın görüşlerini hiçe sayarak Beşte bir’in verilmesi gerektiğine icma ile karar verdiler.
Bazı Şii alimler, Şiiler’in mallarında Beşte bir’i almayı, bu malları dini medreselere ilmi kuruluşlara ve mezheble alakalı diğer işlere harcandığı şeklinde savunuyorlar. Burada esas olan bu malların nerede harcandığı değil bu malların halktan batıl ve uydurma yollarla alındığını gerçeğidir. Allah yolunda harcansa bile, bu, tasarrufu caiz olmayan gayrimeşru bir harekettir. Nereye harcandığı meselesine gelince peygamberimizin meşhur bir hadisi vardır ki “Allah kimseyi şu üç şeyde imtihan etmesin. Para, kadın ve makam” Bu iş kişi ile kendi vicdanına havale edilirse her zaman yanılmalar söz konusu olabilir. Kaldı ki bunun olumsuz örnekleri de o kadar çok ki!
İran’da da müctehid bir Şii vardı. Birkaç yıl önce öldürüldü. Bu adam Beşte bir ve Şer’i haklar adı altında halktan rızasıyla veya zorla topladığı paralardan 20 milyon doları kendi adına bankalara yatırmıştı. Uzun süre uğraşmalar ve muhakemelerden sonra, İran Hükümeti, mirasçıların eline geçmeden bu mallara el koymayı başarmıştı. Bunlar, Şii fakihlerin benimsediği Beşte bir bidatı neticesi otaya çıkan durumlardan sadece bir örnektir. Hatta meşhur konuyla alakası olanların bilebileceği daha çok örnekler mevcuttur. Bunları saymanın bize hiçbir faydası yoktur. Burada inançların Allah ın emirleri doğrultusunda uygulanması hususudur.
Şii Mezhep liderleri, bu bitmez tükenmez kaynak sayesinde, Şii ülkelerde bile iktidar güçlerinden müstakil kalmayı başarmışlardır. Şii mezhep liderleri, kendilerini, her zaman ve her yerde Şii toplumların kâr ortağı gördükçe, bu toplumlarda fikri istikrardan söz edilemez. Sebebi ise açıktır; tahsildarlara ve vergi memurlarına ihtiyaç olmadan kendiliğinden toplanıp çok büyük bütçeler teşkil eden bu paralarla Şii liderler, Şii halkı istediklere tarafa yönlendirebilen siyasi devler halini almaktadırlar. İşte bundan dolaydır ki; o liderler tarih boyunca Şiiler’i birçok siyasi ve sosyal hırslarına alet etmişlerdir.
Şii bir ülke olan İran’da Şiiler’le dini liderler arasındaki bu reaksiyon sayısız, çok kötü neticeler doğurmuştur. Kazanç karından Beştebir’e “Velayetü-l-fakih” bidatı da eklenince durum, tasavvuru mümkün olmayacak kadar kötü olmuştur.
Bir diğer örnek de zekâtların yine bu âlimlerde toplanması hususu ki bu konuda hiçbir şey söylemeye gerek yoktur. Önce Şii olan bir mazlumun Şiilikten neden kaçtığının ifadesi bizi aydınlatacaktır. Hikâyeyi nakleden Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Süleyman Ateş
Alıntı aynen nakledilmiştir.
“Bağdad'da önce şii iken sünni olan bir gencin anlattıklarına ve benim de bizzat Bağdad ve Necef teki müşahedelerime göre şia arasında dini inanç ve tatbikat şöyledir:
1- Dua: Şiaya mensup her fert oturur, kalkar "Ya Ali" ve "Ya eba'l- Hasan al-avnu mink: Ey Hasan'ın babası, yardım sendendir", "Ya eba'li ğays ğisni Ye ya Ali edrikni: Ey yardımcı hana yardım et, ey Ali bana yetiş", "ya hadıra'ş-şeddih ya Eba'I-Hasan Ali: Ey dar zamanlarda yetişen, ey Hasan'ın babası Ali" gibi hitaplarla Hz. Ali'den istimdat ederler. Hz. Ali gibi öteki imamlardan da yardım isterler ve her birine ayrı özellikler verirler. Örneğin: Hz. Hasan'ı ziyaret etmenin vacib ve Beytullah'ı haccetmeğe bedel olduğunu söyler, onun adiyle yapılan duanın kabul edileceğine inanırlar. Ahbas ibn Ali (r.a.) nin delileri ve bunakları iyi ettiğine inanırlar, şifa bulmak için çeşitli yerlerden kabrini ziyarete gelirler', adaklar adarlar. Adağını yerine getirmeyenin başına bela geleceğine, fakir düşeceğine inanırlar. Ziyaret esnasında şöyle yalvarırlar: Ya Eba ra'sal-harr, ya Ebiı'l-Fadl al-Abbas, ya Kamera beni Haşim: Ey sıcak haşın babası, ey Fadl'ın babası Ahbas, ey Haşim oğullarının ayı". İki hasım, gerçeği ispat için Hz. Abbas'ın huzurunda yemin eder. Türbenin önüne oturur, Hak adına Ye onun adına and içerler. Huzurunda yalan yere yemin edenin deli ve bunaklık gibi bir kötülüğe yakalanacağına inanırlar.
İmam Musa Kazım'ı, "İhtiyaçların görüldüğü kapı" diye nitelerler. Onu ziyaret edenin dileği olur, derler. Türbesi, dileklerinin olması için her taraftan gelen ziyaretçilerle dolup taşar. Bu tür inançları orada bulunan görevliler de kuvvetlendirmeğe çalışırlar. Halkın dikkatini çekmek için türbelere özel sıfatlar verirler, onları ziyarete teşvik edici sözler söylerler. Tabii ne kadar ziyaretçi gelse hizmetlinin o kadar yararı vardır. Dileği yerine gelen kimse türbedara ya bir koç, ya da para verir. Adağını ona bırakır .. Orada bulunan hizmetliler, ziyaretçilerden bir şeyler koparabilmek için riyakar, yalaka bir yüzle ziyaretçilerin etrafında dört dönerler. Hatta bazen teberrük için ziyareti makbul olsun
diye ziyaretçiyi türbenin demir parmaklığına bağlarlar. Türbeleri ziyaret etmenin de kendine özgü adabı vardır: Ziyaretçi, de kapıdan eğilerek ve essela mü aleyke ya seyyidi ve ya mcvlaye ya hadıra'ş-şedaid ya Eha'I-IIasan Ali" diyerek girer. Kabre
yaran iç kapıya gelince kapıyı öper, eşiğin sol tarafına geçip eşiği öper, dua eder, dilek diler, kendisini Allah'a yaklaştırmasını, kıyamet gününde kendisine şefaatçi olmasını imamdan ister. Kabe etrafında döner gibi türbenin etrafında döner. Türbenin parmaklıklarına ellerini sürer, öper. Tiirhede namaz kılar. Fakat namazda kabri, arkasına veya yanına değil, önüne alarak kılar. İmamın kendisine imamlık yaptığına inanır. türbenin önünde namaz kılmak caiz değildir. Tabii namaz kılarken citeki
Ziyaretçiler önünden gelip geçerler. Bir sıkıntı zamanında Hz. Ali'den istimdad ederler. Hz. Ali, sıkıntı ve belaları savan, dar zamanlarda yetişendir. Hasta şifa bulmak için, hamile kadın kolay doğurmak için Hz. Ali'den yardım ister.
2) Namaz: Şiaya göre secde yalnız temiz toprak üzerine yapılır. En temiz toprak, Kerbela toprağıdır. Onun için secde yerine kerbela çamurundan yapılmış, türbe dedikleri ufak bir şey koyar, onun üzerine secde ederler. Bu türbenin, Hz. Hüseyin 'in kanıyla sulanmış toprak olduğuna inanırlar. Bu aynı zamanda Ca'feriliğin bir sembolüdür. Bunu ceplerinde taşırlar. Şayet Iıu yoksa bir yaprak veya toprak üzerine secde ederler. Bu toprak onlarca mukaddestir, ayakla çiğnenmez. Hatta
bu toprağın hastalıklara şifa olduğuna, acıları dindirdiğine inanırlar. Cemaatle namaz kılarken akıl almaz bir bid'atleri daha vardır: Önde, imamın karşısında buluğa ermemiş hir çocuk oturur, "Allahü ekher" der, cemaat namaza başlar. Çocuk "Allahü ekber" der, cemaat rükü ve secdeyc gider. Cemaat, Lu çocuğun verdiği komutlarla namazı
kılar. Yalnız Necef'tc dikkat ettim, cemaat namaz kılarken bu çocuk elleriyle oynuyor, bir şeyler yapıyordu. Ayrıca yazın şiddetli sıcaklarda imamın önünde bir adam durur, yelpaze ile imamı serinletmeğe çalışır. İmamiyye ye göre de namaz beş vakitti. Fakat bazı hadislere dayanarak öğle ile ikindiyi; akşamla yatsıyı birlikte kılarlar. "Beş vakit kılmak eftaldir. Fakat iş güç sahiplerine kolaylık olsun diye beş namazı üç vakitte kılmayı tercih ediyoruz" diyorlar.
3) Zekât: Zekat nasıl toplatılır ve dağıtılır? Şiilere göre zekatı bizzat mal sahipleri fakirlere verilmesi caiz değildir. Mal sahibi, zekatını alimlerden birine verecek, o da bunu fakirlere dağıtacaktır. Çünkü alim, fakirleri daha iyi bilir. Irak, Kuveyt, İran, Pakistan, Arap Körfezi emirlikleri ve diğer İslam ülkelerindeki Şiilerden toplanan zekatlar, dağıtılmak üzere Necef'teki şii âlimlerine getirilir. Gelen zekat miktarı, adaletle dağıtılsa, bütün yoksulların önemli ihtiyaçlarını karşılayacak derecede çoktur. Acaba bu paralar fakirlere kayikiyle dağıtılır mı? Hayır. Biraz zekat alıp ihtiyaçlarını karşılamak için gelen fakirler, bu alimler tarafından asık suratla karşılanır ve eli boş döndürülür. Bu paraların çoğu, muhterem şeyhlerin kendi ailelerine ve yakınlarına sarf edilir. Bu âlimlerden hangisi. nin evine gitseniz büyük konfor içinde yaşadıklarını görürsünüz. Her evin bir yüzme havuzu vardır. Yazın, kadın erkek, çoluk çocuk burada
yüzerle özel otomobili ,"ardır. Zira muhteremleri yaya camie gidemez, yaya yürümek,
hazretin şerefine yakışmaz. Peki bu köşkleri, arabaları, bu lüks hayatı nereden buldular? Kendi alın teriyle mi kazanıp satın aldılar bunları? Kendilerinin din ticaretinden başka bir sanatları var mı? Hayır. Onlar, gelen zekatları bu lüks hayatı sürdürürken, zekatın asıl müstahikleri fakirlikten inlemektedirler. İmamlardan sonra Müslümanların halifesi olduklarını iddia eden bu adamlar, neden beytülmalin lambasını, kendi özel işlerinde yakmayan, Müslümanların bir iğnesi dahi kendi zimmetine geçmesin diye titreyen Hz. All gibi hareket etmezler? Zekatı zimmetine geçiren, nasıl imamın halifesi olduğunu iddia edebilir?
Not: Bu sözler, bizzat Bağdat'lı, önce Şii iken sonra sünnı olan gencin
sözleridir? Özetle tercüme edilmiştir.r. Yemeleri, içmeleri gayet lükstür. Her birinin en güzel markadan(Süleyman Ateş İmamiye şiasının tefsir anlayışı 171-