Şii inancında inanılan bazı hususların yorumu ve uygulanması Kuran’a ters olmasına rağmen buna dokunulmaması ve ısrarla uygulanmasının nedenleri incelendiğinde çok ilginç sonuçlarla karşılaşmak mümkündür. Bu hususların detayına inilmesi halinde bu çalışma amacının dışına çıkacağından bir iki örnek vermekte sanırım yeterli olacaktır. Kaldı ki çalışmanın bütününe bakıldığında islama uymayan tezat teşkil eden bir sürü akide görmek zaten mümkündür. Asıl konumuza dönüp örneklendirirsek; zenginlerin yada zekat verme gücü bulunanların zekatlarını doğrudan ihtiyaç sahiplerine vermesinin önüne geçilerek bu zekatların imamlarda toplanması ve imamlar aracılığı ile ihtiyaç sahiplerine dağıtımı konusu ile devlete toplanan verginin beşte birinin yine imamların kasasında toplanması hususudur ki bu hususlar milyonlarca fakiri mağdur etmenin bir yöntemidir. Bu kuralı akide haline getiren şii imamlarının bundan çıkarları nedir? İşte burada bu işi organize olarak yürütenlerin şia olması mümkün değildir. Bunlara ancak “Şiacı” denir. Çünkü bunlar toplum önderleridir. Toplumda sözleri dinlenir saygı gösterilir. Din ve dünyevi işlerde bütün doğruların bilindiği merkez kabul edilirler. Ancak, onlar doğruları saptırarak çıkar sağlarlar. Bunlar tarih boyu hep olagelmişlerdir. Şia nın masum duyguların sömürmüş onların hep bu yanlışlarda kalmasını sağlamışlardır. Bunlar “ŞİACI” lardır. Tabii buradaki muhatap çıkar çevreleridir. Peki, çıkar sağlamayan ama gerçekleri de söyleyemeyene ne demeli! Onlar hele bir konuşsunda görsünler halini!
Kur’an-ı Kerim’ Enfa birinci ayetinde
“Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aiddir.” Demektedir. Şii imamlarının bu konuyu yorumlama şekline bir bakalım.
Hicretin altıncı asrında İmamiye alimlerinin ileri gelenlerinden Fazl Bin Hasan el-Tabarsi, bu ayeti kerimeyi tefsir ederken şöyle diyor:
“Alimler Beşte bir’in paylaşılması şekli ve kimlerin hakkı olduğuna dair çeşitli görüşlere ayrıdırlar. Bunlardan biri -ki mezhebimizin görüşü de budur- beşte biri altı hisseye ayırıyor bir hisse Allah’ın, bir hisse Resul’ün sav. Bu iki hisse, yakınların hissesi ile birlikte Resulullah’ın yerine kaim olan İmam’a verilir. Bir hisse Ehlibeyt yetimlerine, yoksullarına, bir hissede bunlardan yolda parasız kalanlara verilir, başkalarına da verilmez. Zira Cenab-ı Allah onlara, insanların kiri olan sadakayı haram kılmış ve yerine Beşte bir’i göstermiştir… Mezhep âlimlerimize göre Beşte bir insanoğlunun kazançtan, ticaretten, kazılardan, madenlerden, denizden ve kitaplarda zikredilen ve bu ayet delaletiyle bilinmesi mümkün olan diğer hususlardan elde ettiği kardan da alınır.”
Ganimeti kar olarak tarif etmeyi ancak, Şia âlimlerinde görüyoruz. Hâlbuki Beşte bir’in sadece savaş ganimetleri ile alakalı olduğu ve kazanç karlarıyla alakalı olmadığı açık ve sarihtir. Beşte bir’in kazanç karları hususunda geçerli olmadığını en bariz ve kati delili, Resulullah’ın ve kendisinden sonra İmam Ali dahil Raşid Halifeler’in ve hatta Şii imamların siyretdir. Şerefli Peygamber’in siyretini yazan siyer sahipleri O’nun her davranışını emir ve yasaklarını aynen nakletmişler, fakat kazanç karlarının Beştebir’ini toplamak üzere Medine’ye tahsildar gönderdiğini hiçbir yerde zikretmemişlerdir. Halbuki aynı siyer kitaplarında Müslümanlar’ın mallarından zekat toplamak üzere, Resulullah’ın gönderdiği tahsildarların adları bile tek tek yazılıdır. Böylece, İmam Ali dahil, Raşid Halifeler’in hayat tarihini yazanlar, hiçbir yerde, bunlardan birinin kazanç karlarının Beştebir’ini istediğini yada beştebir’i almak üzere tahsildarlar gönderdiğini yazmamaktadır. İmam Ali’nin Küfe’deki hayatı açıktır. İmam’ın halktan Beştebir’i almak üzere Küfe çarsına tahsildarlar gönderdiği veya emri altındaki o kadar geniş İslam diyarında valilerine halktan beştebir toplayarak Küfe’ye göndermeleri istediği de olmamıştır. Ayrıca, İmamlar’ın hayatıyla ilgili kitapların hiçbirisinde bu imamların halktan Beştebir istedikleri veya Beştebir adı altında bir kimsenin kendilerine mal verdiği yazılı değildir.
Az önce de belirttiğimiz gibi bu bidat, Şii toplumlarda hicretin 5. yüzyılının sonlarına doğru zuhur etmiştir. Büyük Kayboluş’tan başlayarak Beşinci Asr’ın sonlarına kadar geçen bir zaman içinde yazılan Şii fıkıh kitaplarında Humus (beştebir) diye bir kısma rastlanmadığı gibi, Beştebir’in hem ganimetleri hem de kazanç kârlarını içine alacağına dair bir işarette yoktur. Necef’te dini medresesinin kurucusu ve hicri Beşinci Asr’ın başlarında Şiiler’in en büyük fıkıh alimlerinde sayılan Muhammed Bin Hasan et-Tusi, fıkhi meselelerde ne küçük nede büyük bir mesele bırakmayıp hepsini dev kitaplarına aldığı halde, bilinen kitaplarında bu husustan hiç söz etmediler.
Bu bidat ortaya atılırken, Abbasi Hilifeleri ve o zamanın hükümdarları Ehlibeyt Mezhebi’nin meşru olduğunu kabul etmiyor ve onlardan alim olanlara geçimlerini sağlayacak maaş bağlamıyorlardı. Aynı zamanda diğer mezhep alimlerinin de durumu iyi değildi. O tarihe kadar, Şiiler de mezhebi manada birbiriyle dayanışma halinde olmadıklarından, alimlerin geçim masrafları karşılanamıyordu. Şia fakihlerinin ve Şii ilim talebelerinin uykusunu kaçıran mali sıkıntıya en iyi çare ganimeti kazanç Kârı olarak tefsir etmekti. Ancak bu demek değildi ki; Şiiler fakihlerinin ve dini ilim tahsil etmekte olan talebelerinin geçimini sağlamaya yardımcı olmadılar. Mesela Şiiliğin beşiği olan Irak’ta hicretin 5. Yüzyılı’nda Şiilerce hayır işleri için vakfedilen bir sürü mal, bina ve arazi vardı. Bu bidat uydurulduktan sonra, Şiileri devamlı bağlı tutmak için sıkı hükümler ilave edildi. Bu meyan da Şiilerin Beşte bir’i mutlaka ödemeleri için zorlayıcı hükümler koymaları gerekiyordu. O da ancak korkutmakla olabilirdi. Vergi ödemek, her asırda her yerde, kültür, demokrasi ve serbestlik seviyeleri ne kadar gelişirse gelişsin, toplumda halkı rahatsız eder.
Şii fakihleri, kazanç kârlarından Beşte bir’i insanların kendi, arzularıyla ödemelerini sağlayacak bir güce sahip olmadıkları için, İmam’ın hakkını ödemeyenin ilelebet cehennemde yanacağı, Beşte bir’i ödemeyenin evinde namaz veya yemeğinden yenemeyeceği gibi sert hükümler ilave etmişlerdir. Şii fakihleri ayrıca kaybolan İmam’ın hakkı sayılan Beşte bir’in İmam’ı temsil eden müctehid ve fakihlere verileceğine dair fetvalar yayınladılar. Böylece bu bidat Şii toplumlara yayılarak her yerde ve her zaman Şiilerin mallarını silmiş süpürmüştür. Günümüze kadar birçok Şiiler bu vergiyi kendi dini mercilerine teslim ederler. Zavallılar, hocasının önünde diz çökerek elini öper ve bu hoca İmam’ın hakkını kabul buyurdu diye sevinirler.
Asrının en tanınmış alimlerinde olup Erdebilli Mukaddes lakabıyla şöhret kazanan Ahmet Erdebili dahil Şia’nın bir çok fakihleri, Büyük kayboluş devrinde Beştebir’i olduğu gibi bırakıp başka yerlere sarf edilmesinin caiz olmadığına dair fetvalar verirken, diğer bazılar da İmam Mehdi’ye atfedilen “Taraftarlarımıza Beşte bir’i mubah kıldık” rivayetine dayanarak Beşte bir’in sakıt olduğu hakkında fetva verdiler.
Ancak Şia fakihlerinin ekseriyeti azınlığın görüşlerini hiçe sayarak Beşte bir’in verilmesi gerektiğine icma ile karar verdiler.
Bazı Şii alimler, Şiiler’in mallarında Beşte bir’i almayı, bu malları dini medreselere ilmi kuruluşlara ve mezheble alakalı diğer işlere harcandığı şeklinde savunuyorlar. Burada esas olan bu malların nerede harcandığı değil bu malların halktan batıl ve uydurma yollarla alındığını gerçeğidir. Allah yolunda harcansa bile, bu, tasarrufu caiz olmayan gayrimeşru bir harekettir. Nereye harcandığı meselesine gelince peygamberimizin meşhur bir hadisi vardır ki “Allah kimseyi şu üç şeyde imtihan etmesin. Para, kadın ve makam” Bu iş kişi ile kendi vicdanına havale edilirse her zaman yanılmalar söz konusu olabilir. Kaldı ki bunun olumsuz örnekleri de o kadar çok ki!
İran’da da müctehid bir Şii vardı. Birkaç yıl önce öldürüldü. Bu adam Beşte bir ve Şer’i haklar adı altında halktan rızasıyla veya zorla topladığı paralardan 20 milyon doları kendi adına bankalara yatırmıştı. Uzun süre uğraşmalar ve muhakemelerden sonra, İran Hükümeti, mirasçıların eline geçmeden bu mallara el koymayı başarmıştı. Bunlar, Şii fakihlerin benimsediği Beşte bir bidatı neticesi otaya çıkan durumlardan sadece bir örnektir. Hatta meşhur konuyla alakası olanların bilebileceği daha çok örnekler mevcuttur. Bunları saymanın bize hiçbir faydası yoktur. Burada inançların Allah ın emirleri doğrultusunda uygulanması hususudur.
Şii Mezhep liderleri, bu bitmez tükenmez kaynak sayesinde, Şii ülkelerde bile iktidar güçlerinden müstakil kalmayı başarmışlardır. Şii mezhep liderleri, kendilerini, her zaman ve her yerde Şii toplumların kâr ortağı gördükçe, bu toplumlarda fikri istikrardan söz edilemez. Sebebi ise açıktır; tahsildarlara ve vergi memurlarına ihtiyaç olmadan kendiliğinden toplanıp çok büyük bütçeler teşkil eden bu paralarla Şii liderler, Şii halkı istediklere tarafa yönlendirebilen siyasi devler halini almaktadırlar. İşte bundan dolaydır ki; o liderler tarih boyunca Şiiler’i birçok siyasi ve sosyal hırslarına alet etmişlerdir.
Şii bir ülke olan İran’da Şiiler’le dini liderler arasındaki bu reaksiyon sayısız, çok kötü neticeler doğurmuştur. Kazanç karından Beştebir’e “Velayetü-l-fakih” bidatı da eklenince durum, tasavvuru mümkün olmayacak kadar kötü olmuştur.
Bir diğer örnek de zekâtların yine bu âlimlerde toplanması hususu ki bu konuda hiçbir şey söylemeye gerek yoktur. Önce Şii olan bir mazlumun Şiilikten neden kaçtığının ifadesi bizi aydınlatacaktır. Hikâyeyi nakleden Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Süleyman Ateş
Alıntı aynen nakledilmiştir.
“Bağdad'da önce şii iken sünni olan bir gencin anlattıklarına ve benim de bizzat Bağdad ve Necef teki müşahedelerime göre şia arasında dini inanç ve tatbikat şöyledir:
1- Dua: Şiaya mensup her fert oturur, kalkar "Ya Ali" ve "Ya eba'l- Hasan al-avnu mink: Ey Hasan'ın babası, yardım sendendir", "Ya eba'li ğays ğisni Ye ya Ali edrikni: Ey yardımcı hana yardım et, ey Ali bana yetiş", "ya hadıra'ş-şeddih ya Eba'I-Hasan Ali: Ey dar zamanlarda yetişen, ey Hasan'ın babası Ali" gibi hitaplarla Hz. Ali'den istimdat ederler. Hz. Ali gibi öteki imamlardan da yardım isterler ve her birine ayrı özellikler verirler. Örneğin: Hz. Hasan'ı ziyaret etmenin vacib ve Beytullah'ı haccetmeğe bedel olduğunu söyler, onun adiyle yapılan duanın kabul edileceğine inanırlar. Ahbas ibn Ali (r.a.) nin delileri ve bunakları iyi ettiğine inanırlar, şifa bulmak için çeşitli yerlerden kabrini ziyarete gelirler', adaklar adarlar. Adağını yerine getirmeyenin başına bela geleceğine, fakir düşeceğine inanırlar. Ziyaret esnasında şöyle yalvarırlar: Ya Eba ra'sal-harr, ya Ebiı'l-Fadl al-Abbas, ya Kamera beni Haşim: Ey sıcak haşın babası, ey Fadl'ın babası Ahbas, ey Haşim oğullarının ayı". İki hasım, gerçeği ispat için Hz. Abbas'ın huzurunda yemin eder. Türbenin önüne oturur, Hak adına Ye onun adına and içerler. Huzurunda yalan yere yemin edenin deli ve bunaklık gibi bir kötülüğe yakalanacağına inanırlar.
İmam Musa Kazım'ı, "İhtiyaçların görüldüğü kapı" diye nitelerler. Onu ziyaret edenin dileği olur, derler. Türbesi, dileklerinin olması için her taraftan gelen ziyaretçilerle dolup taşar. Bu tür inançları orada bulunan görevliler de kuvvetlendirmeğe çalışırlar. Halkın dikkatini çekmek için türbelere özel sıfatlar verirler, onları ziyarete teşvik edici sözler söylerler. Tabii ne kadar ziyaretçi gelse hizmetlinin o kadar yararı vardır. Dileği yerine gelen kimse türbedara ya bir koç, ya da para verir. Adağını ona bırakır .. Orada bulunan hizmetliler, ziyaretçilerden bir şeyler koparabilmek için riyakar, yalaka bir yüzle ziyaretçilerin etrafında dört dönerler. Hatta bazen teberrük için ziyareti makbul olsun
diye ziyaretçiyi türbenin demir parmaklığına bağlarlar. Türbeleri ziyaret etmenin de kendine özgü adabı vardır: Ziyaretçi, de kapıdan eğilerek ve essela mü aleyke ya seyyidi ve ya mcvlaye ya hadıra'ş-şedaid ya Eha'I-IIasan Ali" diyerek girer. Kabre
yaran iç kapıya gelince kapıyı öper, eşiğin sol tarafına geçip eşiği öper, dua eder, dilek diler, kendisini Allah'a yaklaştırmasını, kıyamet gününde kendisine şefaatçi olmasını imamdan ister. Kabe etrafında döner gibi türbenin etrafında döner. Türbenin parmaklıklarına ellerini sürer, öper. Tiirhede namaz kılar. Fakat namazda kabri, arkasına veya yanına değil, önüne alarak kılar. İmamın kendisine imamlık yaptığına inanır. türbenin önünde namaz kılmak caiz değildir. Tabii namaz kılarken citeki
Ziyaretçiler önünden gelip geçerler. Bir sıkıntı zamanında Hz. Ali'den istimdad ederler. Hz. Ali, sıkıntı ve belaları savan, dar zamanlarda yetişendir. Hasta şifa bulmak için, hamile kadın kolay doğurmak için Hz. Ali'den yardım ister.
2) Namaz: Şiaya göre secde yalnız temiz toprak üzerine yapılır. En temiz toprak, Kerbela toprağıdır. Onun için secde yerine kerbela çamurundan yapılmış, türbe dedikleri ufak bir şey koyar, onun üzerine secde ederler. Bu türbenin, Hz. Hüseyin 'in kanıyla sulanmış toprak olduğuna inanırlar. Bu aynı zamanda Ca'feriliğin bir sembolüdür. Bunu ceplerinde taşırlar. Şayet Iıu yoksa bir yaprak veya toprak üzerine secde ederler. Bu toprak onlarca mukaddestir, ayakla çiğnenmez. Hatta
bu toprağın hastalıklara şifa olduğuna, acıları dindirdiğine inanırlar. Cemaatle namaz kılarken akıl almaz bir bid'atleri daha vardır: Önde, imamın karşısında buluğa ermemiş hir çocuk oturur, "Allahü ekher" der, cemaat namaza başlar. Çocuk "Allahü ekber" der, cemaat rükü ve secdeyc gider. Cemaat, Lu çocuğun verdiği komutlarla namazı
kılar. Yalnız Necef'tc dikkat ettim, cemaat namaz kılarken bu çocuk elleriyle oynuyor, bir şeyler yapıyordu. Ayrıca yazın şiddetli sıcaklarda imamın önünde bir adam durur, yelpaze ile imamı serinletmeğe çalışır. İmamiyye ye göre de namaz beş vakitti. Fakat bazı hadislere dayanarak öğle ile ikindiyi; akşamla yatsıyı birlikte kılarlar. "Beş vakit kılmak eftaldir. Fakat iş güç sahiplerine kolaylık olsun diye beş namazı üç vakitte kılmayı tercih ediyoruz" diyorlar.
3) Zekât: Zekat nasıl toplatılır ve dağıtılır? Şiilere göre zekatı bizzat mal sahipleri fakirlere verilmesi caiz değildir. Mal sahibi, zekatını alimlerden birine verecek, o da bunu fakirlere dağıtacaktır. Çünkü alim, fakirleri daha iyi bilir. Irak, Kuveyt, İran, Pakistan, Arap Körfezi emirlikleri ve diğer İslam ülkelerindeki Şiilerden toplanan zekatlar, dağıtılmak üzere Necef'teki şii âlimlerine getirilir. Gelen zekat miktarı, adaletle dağıtılsa, bütün yoksulların önemli ihtiyaçlarını karşılayacak derecede çoktur. Acaba bu paralar fakirlere kayikiyle dağıtılır mı? Hayır. Biraz zekat alıp ihtiyaçlarını karşılamak için gelen fakirler, bu alimler tarafından asık suratla karşılanır ve eli boş döndürülür. Bu paraların çoğu, muhterem şeyhlerin kendi ailelerine ve yakınlarına sarf edilir. Bu âlimlerden hangisi. nin evine gitseniz büyük konfor içinde yaşadıklarını görürsünüz. Her evin bir yüzme havuzu vardır. Yazın, kadın erkek, çoluk çocuk burada
yüzerle özel otomobili ,"ardır. Zira muhteremleri yaya camie gidemez, yaya yürümek,
hazretin şerefine yakışmaz. Peki bu köşkleri, arabaları, bu lüks hayatı nereden buldular? Kendi alın teriyle mi kazanıp satın aldılar bunları? Kendilerinin din ticaretinden başka bir sanatları var mı? Hayır. Onlar, gelen zekatları bu lüks hayatı sürdürürken, zekatın asıl müstahikleri fakirlikten inlemektedirler. İmamlardan sonra Müslümanların halifesi olduklarını iddia eden bu adamlar, neden beytülmalin lambasını, kendi özel işlerinde yakmayan, Müslümanların bir iğnesi dahi kendi zimmetine geçmesin diye titreyen Hz. All gibi hareket etmezler? Zekatı zimmetine geçiren, nasıl imamın halifesi olduğunu iddia edebilir?
Not: Bu sözler, bizzat Bağdat'lı, önce Şii iken sonra sünnı olan gencin
sözleridir? Özetle tercüme edilmiştir.r. Yemeleri, içmeleri gayet lükstür. Her birinin en güzel markadan(Süleyman Ateş İmamiye şiasının tefsir anlayışı 171-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder